The Most/Recent Articles

mehmet keklikçi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mehmet keklikçi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Edebiyat Öğrencileri için Güzel Bir Kitap: Roman Ne Anlatır

Kalburüstü okur yahut edebiyat alanında öğrenim görenler için güzel bir kitap Roman Ne Anlatır. 

DOÇ DR. MEHMET NARLI, ROMAN NE ANLATIR
 DOÇ DR. MEHMET NARLI, ROMAN NE ANLATIR
Cumhuriyetten 2000 yılına değin yazılmış romanların incelenmesi mevcut. Bu yapılırken dönem ve buna bağlı olarak konu ayrımı gözetilmiş. Evveliyatında ise cumhuriyete giden yolda , tanzimat ve meşrutiyet dönemleri de ele alınmış, devrin eserleri hakkında okuyucuya bilgi verilerek asıl konuya hazırlatılmıştır.

Kitap yekün olarak 358 sayfadan oluşuyor fakat son 100 sayfada okuyucu için yararlanılan kaynaklar ve 1920-2000 arası romanların listesi kronolojik olarak veriliyor. Buna ek olarak roman özel sayıları da okur için toplanıp verilmiş.

Devrin şartlarının romana nasıl yansıdığını kendi yakın tarihimizden örnekler vererek yansıtmaya çalışan kitap geniş bir çalışmanın ürünü. Yazarına ve tüm emeği geçenlere teşekkürler diyelim bu vesile ile. İyi okumalar...

Mehmet Keklikçi / Okuyorum.org

Anton Çehov Öykülerinden Sizi Şaşırtmayı Başarıyor

Eğer öykülerdeki mekân ve kişi adları Rusça olmasa, emin olun anlatılanların bir Anadolu şehrinde geçtiğini sanırdınız. Yine yazarının da Çehov değil, bir Aziz Nesin yahut Refik Halid Karay olabileceğine ihtimal verebilirdiniz. Çehov tam bir tipleme ustası...

ANTON ÇEHOV, ALBİON’UN KIZI
 ANTON ÇEHOV, ALBİON’UN KIZI 
Şimdiye dek nadir okumuştum Çehov’u. Antolojilerde yahut öykü başlığı taşıyan yazıların örneklerinde mesela. İlk defa böyle toplu biçimde baştan sona bir cildini okudum… Ve sonuç, muazzam bir öykü yazarı evet. (Elbette koskoca Çehov’a hakkını vermek bana düşmez) Bir anda henüz öykünün giriş kısmında okuyucuyu metne dahil eden bir üslup. Hanidir üst üste öykü okumak belki kimilerini sıkabilir fakat Çehov’un öykü tekniği böyle bir ihtimali ortadan kaldırıyor. Şöyle ki, belki de sonunu tahmin ettiğiniz öyküde bile bir şekilde sizi şaşırtmasını başarıyor yazarımız. Üstelik çok sade bir yahut birkaç cümleyle bağlıyor bunu.  

Çehov müthiş bir deha. Hem bu öyküler yazarın henüz edebiyat serüveninin başlarında yazdığı öyküler. Malum Çehov bir tıp doktoru. Fakat kendisi hakkında teşhisi (Antoşa Çehonte takma ismiyleydi o sıralar) bir zamanlar Dostoyevski ile aynı evi paylaşan Dimitri Grigoroviç koyuyor. Ve bu teşhis ile, bir mahlasın ardına saklandığı için Çehov’a kızıyor. Böylece doktor Çehov, bir zamanlar sadece metresi olarak gördüğü edebiyatla da nikahı kıymış oluyor. İyi okumalar 

Mehmet Keklikçi / Okuyorum.org

İvan İlyiç'in Kısa Ömrünü Okumaya Hazır Mısınız?

Bir son mudur ölüm? Cevabı ne olursa olsun bir inanç meselesidir bu. Bu kısacık romanda İvan İlyiç'in kısa ömrünü okuyoruz. Evet İvan ölüyor sonunda. Bunu peşinen söyleyim. Zaten ilk sayfada bunun haberini veriyor arkadaşlarından biri. "Beyler! İvan İlyiç ölmüş."

TOLSTOY, İVAN İLYİÇ'İN ÖLÜMÜ
 TOLSTOY, İVAN İLYİÇ'İN ÖLÜMÜ
Tolstoy ve Dostoyevski ayrımını, karşılaştırmasını muhakkak görmüşsünüzdür. Bu kıyas yapılırken Tolstoy'un daima dini (hadi o havalı kelimeyi kullanayım-mistik) yönüne vurgu yapılır. Ki kendisinin Hz. Muhammed adlı eseri de vardır ki, hadislerden oluşuyor. 

Bu romanda da aslında (modern eleştirmenler bu romanda dini hiçbir tema görmezlermiş) yine bir yaşam/ölüm- maddi/manevi ikilemi sorgulaması var. 

İnançtan uzak, Tanrı'yı hayatına hiç sokmayan İlyiç, ölümüne yakın "kara delik"in bilinemezliği karşısında korkuya kapılır. Ömrünü sorgular tam da bu noktada." Nasıl yaşarsan öyle ölürsün"e varır. Ve tabi ömrünün iyiliklerini düşünmeye de başlar. Aslında kendisi gibi birinin ölmesi de onu şaşırtır ya, neyse. Sıradan insan ölüyor tamam; ama İvan gibi birisi, nasıl olur da ölüyor!

Nasıl bir okuma yaparsanız yapın okuyucuyu tatmin edecek bir kitap İvan İlyiç'in ölümü. Eğer konuyu beğenir ve ilginizi çekerse bir eser daha önereyim: "Bir Adam Yaratmak."

Eğer öyle uzun uzadıya okumak için vakti olmayanlar da varsa, romanın özetini Nazım Hikmet'ten dört dize ile aktarayım:

Ölüm

Bir ipte sallanan bir ölü.

Bu ölüme bir türlü

Razı olmuyor gönlüm.

İyi okumalar

Mehmet Keklikçi / Okuyorum.org

Kitapları Seven Adam: Bibliyoman'ın Peşindeki Bibliyohafiyenin Öyküsü

Baştan anlaşalım, kitaplar kesinlikle cansız bir nesneden daha fazlasıdır her zaman. Field'in "kitapların duyguları olduğunu çok az insan fark ediyor" sözü de bir takviye kuvvet olarak şurada dursun.

LLİSON HOOVER BARTLETT, KİTAPLARI FAZLA SEVEN ADAM
 LLİSON HOOVER BARTLETT, KİTAPLARI FAZLA SEVEN ADAM

Hani bu sağda solda sıklıkla karşımıza çıkan bir söz vardır "okuyanlar çalmaz; hırsızlar da zaten okumaz" diye. İşte bizim kahramanımız Gilkey tam da bunun istisnası. Müthiş derecede kitap sevgisine sahip ve iyi bir okuyucu. Küçüklükten beri... Evet bu aykırı kahramanımız sadece bir roman karakteri değil. Roman da zaten tamamen gerçekliğinden alıyor cazibesini. Duyduğu takıntı seviyesinde kitap sevgisi, biriktirme tutkusu ve kendini gösterme arzusu, onun her defasında hapse girip çıkmasına sebep olacaktır. (Spoiler verme demeyin, burası o dediğinizden değil) Tabi bir de şu var: Sanders. Takıntılı diğer bir isim.

Kitap hırsızlarının peşinden kovalama tutkusuyla yaşayan Ken Sanders. Yani bibliyoman'ın peşinde bibliyohafiye. Kedi-fare öyküsü diyor ya arka kapağında, tam da böyle bir tanıma uyuyor kitap.

Kitapta ara ara ünlü yazarların isimleri de geçiyor ki pek tabi doğal bir durum bu. Ayrıca ara olaylar ve alıntılar da akışın içine serpiştirilmiş. Bu durum kimi zaman akışı bozsa da ana olayla ilintili oluşu okuru çabucak yeniden elde tutmayı sağlıyor.

Not: Bendeki kitapta üç beş sayfa baskı hatası vardı. Durumu yayınevine ilettim. İlgilendiler ve hatasız baskısını ücretsiz yollayacaklar. Böyle bir şeyle karşılalan olursa yayıneviyle iletişime geçebilir.İyi okumalar

Mehmet Keklikçi / Okuyorum.org

Platonov'un Öykülerinde Tasvirler Akışın İçine Serpiştirilmiş

İnsan şöyle sarsıcı kitaplar okuyunca pek bir güzel oluyor doğrusu. Rus Edebiyatı okumaları yaptığım şu günlerde yeni durağım Platonov'du. 

ANDREY PLATONOV, MUHTEŞEM VAHŞİ DÜNYA
 ANDREY PLATONOV, MUHTEŞEM VAHŞİ DÜNYA

Fakat bu kez mekan merkezden uzak yerler. Petersburg, Moskova değil yani. Bolşevik Devrimi ardından yeni inşa edilen Sovyet Rusya'nın uçsuz bucaksız toprakları. Dağlık alanlar, göller. Yoksulluğun bütün izleri. Sıradan insanlar ve onların çatışmaları. Kiminle mi çatışır bu insanlar? Tabi ki doğayla. Yani muhteşem vahşi dünya ile. Bu vahşi dünyanın da iki düşmanı var: Akıl ve Çalışma...

Rus Edebiyatı ülkemizde malumdur çoğu okurca. Okuyanlar bilirler, okumayanlarsa okuyanlardan mutlaka duymuştur. Şu ifade en azından olmazsa olmazımızdır bu edebiyatı anlatırken:

"Ha Rus Edebiyatı mı? Ya çok iyi ama bazen sayfalarca tasvirler, betimlemeler var. Bir yeri on sayfada anlatıyor nerdeyse." 

İşte Platonov'un öykülerinde tasvirler akışın içine serpiştirilmiş. Yani mesela doğayı biz yazarın özellikle anlatımından değil, karakterlerin onunla mücadelesinden anlayabiliyoruz. Zira karakterler de devrime inanmış ve bu vahşi dünyayı dize getirmek(!) için sürekli bir eylem halindeler. Bu defa İsmet Özel dizesiyle bitirelim: "Çarpıntısız dakikası olur mu devrimcinin" hesabı...

Not: Platonov ismini ilk defa bir dergide Can adlı kitabın tanıtımıyla görmüştüm. O kitapta da tıpkı öyküleri gibi insanın gerçekliği vardı. Henüz okumadım ama denk gelirseniz onu da okuyabilirsiniz. İyi okumalar dilerim.

Mehmet Keklikçi / Okuyorum.org

Livaneli Serenad'da Sık Sık Başkarakteri Susturup Adeta Kendisi Konuşuyor

Eğer diyor bir Youtuber "birazdan yapacağım testin sonucu pozitif çıkarsa bilin ki o dizi yaz dizisidir." Tabi başlıyor semptomları saymaya ve o belirti dizide varsa karşısına kocaman bir tik atıyor. Biz de tabi buna benzer bir testle başlarsak, kitap hakkında genel bir kanı oluşabilir.

serenad, livaneli

Kitap sürükleyici mi? ✔️(dinnn sesi) 

Kitap akıcı ve açık mı? ✔️(dinnn sesi)

Kitapta merak öğesi bolca kullanılmış mı? ✔️(dinnn sesi)

Kitapta tüm yollar dönüp dolaşıp aşka varıyor mu? ✔️(dinnn sesi) 

Kitapta uzun uzun betimlemeler ve okuyucuyu yoran uzun cümleler var mı? ❌(dızzt sesi) 

Kitabımız tüm belirtileri gösterdiğine göre teşhisi koyabiliriz artık. Bu kitap okuyucu için "Beni harbiden çok SARdı" diyeceği bir kitap. Çünkü okuyucuyu SARan kitap, Sürükleyici-Akıcı-Roman üçlüsünün ilk harfleridir de ondan. 

Evet her ne kadar teşhisi gayrı ilmi yollarla kaçak olarak koyduksak da kitap genel olarak böyle. Konusuna, içeriğine hiç girmeye gerek yok. Gerçek ve kurgu harmanlanmış, okuyucuya sunulmuş. Tabi yukarıdaki semptomlarda gördüğümüz üzere aşk olayların merkezinde. Bu noktada okuyucu, tarihi gerçeklikler ile aşkın duygusal boyutları arasında savrulabilir. Ve sıklıkla kurgunun içine serpiştirilmiş bilgiler, onu kimi yerde romanın dışına sürükleyebilir. Hani şuna mı kızayım, bunu mu araştırayım, ona mı üzüleyim gibi gitgeller yahut gelgitler yaşayabilir. Ayrıca uyanık okuyucu verilen bilgileri netten araştırabilir. Mesela kitapta alıntı içinde yer alan Milli Emniyet Teşkilatı'nın aslında olmadığını onun yerine Milli Emniyet Hizmeti'nin olduğunu görecektir. Yani 2 günde bitireceğine 4 günde bitirebilir kitabı. Roman boyunca yazara bir yönden kızıyordum. Şöyle ki, kahramanı özgür bırakmıyordu. Sık sık başkarakteri susturup adeta kendisi konuşuyordu. Yani Maya'nın sesi değil de, Livaneli'nin sesini duyuyordum satırlar arasında. Bunu da kendisi "çünkü bu ustaca bir kitap yazma girişimi değil, bir iç dökme" cümlesiyle açıklamış oluyordu bir nebze. Kitap elbette yazarın da demesi gibi, edebi nitelik kaygısıyla yazılmamış, samimi, içten. Son olarak hani Mevlana ve Yunus Emre arasında geçen bir diyalog anlatılır ya Yunus Emre, Mevlana'ya Mesnevi'de sözü çok uzattığını söylemiş de peşinden şunu eklemiş: Ete kemiğe büründüm/Yunus diye göründüm. Bu 481 sayfalık kitabın da ete kemiğe bürünen cümlesi benim için şu oldu: "Yılanlarla, akreplerle, tehlikeli kuyularla dolu arka bahçede oynamasına izin verilmeyen çocuklar gibiydik." İyi okumalar.

Mehmet Keklikçi

Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu İtalo Calvino

Bir kış gecesi eğer bir nar aldığınızda aklınıza hemen o çocukluğumuzun bilmecesi geliyorsa... Çarşıdan aldınız bir tane, eve geldiniz bin tane. Cevabı malum. Evirip çevirelim şimdi. Kitapçıdan (İnternet veya bilumum kitap sitelerini de kitapçıya dahil ettik) aldınız bir kitap eve geldiniz on kitap. Cevap: Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu. Nasıl olur dedin, şaşırdın evet. Açtın kitabı okumaya başlıyorsun. Calvino, romanının içinde seni karşılıyor. Rahatla, toparlan, zihnindeki bütün düşünceleri kov gitsin diye nasihatle başlıyor. Aslında kitap ilerledikçe bunun üstü gizli bir uyarı olduğunu da anlıyorsun ama vakit artık çok geç. Çünkü okuduğumuz her kitabı aslında ben'imizle okuruz. Biz'siz bir okuma eylemi ancak çözüm yolu olabilirdi bu kitap için. Fakat klasik roman anlayışı ben'imizin bir parçası olarak peşimizi bırakmıyor bir türlü.

Çarşıdan aldığımız narı (çok özür) kitabı (yani Kitapçıdan aldığımız-internet de kitapçıya dahildi) açtığımızda etrafa dağılan bu on roman hakkında da şunu söyler Calvino:

Burada söz konusu olan bitmemiş değil, yarıda kesilerek bitirilmiş olandır.

Evet bu savurucu yolculukta  Calvino'ya yoldaşlık eden biri olarak tanıklık ederim ki durum tam da böyle. Yine de eğer bir kış gecesi aldığınız nar örneği hoşunuza gitmediyse çarşıdan bu kez bir ayna alıp karşısına geçtiğinizi düşünün. Sonra bir gürültü ve aynanın 10 parçaya ayrıldığını... O an siz bütün olsanız da seyrettiğiniz kendiniz 10 parçaya ayrılmıştır. Aslında okuma serüvenimiz de bundan farklı değil. Bizde var olan bütün bir öykünün parçacıkları. Aradığımız da tam olarak bu değil midir? İyi okumalar...

Mehmet Keklikçi / Okuyorum.org

Sadık Hidayet'in Öykülerinden Kan Damlıyor

Güneşi Uyandıralım Kitap Yorumu Jose Vasconcelos

20. yüzyıl Türk toplumsal yaşamını derinden etkilemiş, şarkıları ve tarzıyla büyük bir hayran kitlesine sahip olmuş, büyük Türk filozofu Müslüm Gürses, Evlat adını taşıyan şarkısında böyle seslenmişti dinleyicilerine. Bir küçücük dörtlükte, Güneşi Uyandıralım romanını sığdırmış böylece. Kendisine rahmet dileyerek kapayalım paragrafı. Güneşi Uyandıralım evet. Hangi güneşi peki? Her sabah herkese eşit doğan fakat yeryüzünde herkes için aynı olmayan güneşi mi? Pek tabi kastedilen bu değil. "Daha da büyük olan bir başkasından söz etmek istiyorum. Yüreğimizde doğan güneşten. Umutlarımızın güneşinden. Düşlerimizi de uyandırmak için göğsümüzde uyandırdığımız güneşten..." Romanda yine Zezé'yi görüyoruz başkarakter olarak. Yine Zezé diyorum çünkü Şeker Portakal'ındaki küçük, sevimli Zezé biraz büyümüş olarak çıkıyor karşımıza. Yaramazlığı, yaşam doluluğu devam ediyor elbet. (Her ne kadar yanında her an intihar etmek için hazır malzeme dolaştırsa  yahut kendisini mutsuz bir çocuk olarak görse de) Onun başına gelenler veya şöyle diyelim onun başına açtıkları üzerinden okuyoruz çocukluktan gençliğe geçerkenki tatlı hevesleri. Büyüdükçe çoğalırız, kalabalığa karışırız, sokağın öbür ucu, diğer sokaklar, bir alt mahalleler ve tüm kent. Sonra diğer kentler. Mekan genişledikçe de kalabalıklaşır, bir o kadar uzaklaşırız kendimizden. Yüreğimize sakladıklarımız bir bir koparlar bizden. Hatta hayallerimizde ete kemiğe bürünenler bile sadece birer siluet halini alır, zamanla yok olur giderler. Bizden geriye tek kalan yine çocukluktur bize. Hani der ya Cansever, "Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk/Hiçbir yere gitmiyor." O halde şunu diyebilir miyiz: Yüreğimizde her umutlu an içinde doğan güneş de, çocukluğumuzun göğünde doğuyor olsa gerek. Çünkü, başka türlüsü çok zor. Müslüm Baba'dan mülhem; Ümitsiz ve gayesiz/Yaşamak zordur Zezé. İyi okumalar...

Mehmet Keklikçi / Okuyorum.org

İnsanın Acısını İnsan Alır / Şükrü Erbaş

İnsanın Acısını İnsan Alır / Şükrü Erbaş
“İnsan insanın kurdu mudur yoksa insan insanın umudu mudur” sorusu sorulsa bizlere, herhalde her birimizin vereceği cevap yaşadıklarımızı da ele verecektir. İnsan(lık)a bakışımızı, insanla ilgili düşüncelerimizi, onlara karşı biriken tüm duygularımızı… İnsandan neler görmüşsek hepsini bu cevaba sığdırmaya çalışırız. Eğer sözle yanıtlıyorsak, kaçınılmaz olarak ses tonumuza da sirayet edecektir tüm bu yaşanmışlıklar. Şükrü Erbaş’a ait İnsanın Acısını İnsan Alır kitabı, elbette bir yanıt sunmuyor okura bu anlamda. Samimi bir iç döküm olarak da okuyabiliriz yazılanları, toplumsal yahut siyasi (tam olarak devlet kurumunu) bir eleştiri metni olarak da. 3 bölümden oluşuyor kitap. Son bölüm, biraz daha eleştiri yazılarını andırıyor. Edebiyat ve ödül ilişkisi, şairin rolü ve aynı zamanda bazı şair ve yazarlar hakkında yazdığı yazılar. Bunlar arasında, Nazım Hikmet, Pablo Neruda, Hasan Ali Toptaş (Gölgesizler) Orhan Veli Kanık, Gülten Akın gibi isimler var. İlk iki bölüm ise şairin tüm yüreğini mürekkebe batırarak akıttığı yazılardan oluşuyor. “Hiçbir meydana açılmayan bir sokakta, akşamların geç, sabahların hemen olduğu evlerin birinde tanıdım dünyayı…Susmaktan yontulmuş kara kutu birer heykeldi herkes…Herkes birbirine bakarak anlıyordu yaşadığını.” “Büyük kentin en iyi yanı ne biliyor musunuz? Yalnız değilsiniz. Ya da yalnızlardan oluşan kocaman bir örgütün üyesi de sizsiniz.” Yazar, değişen toplumsal yaşamın izlerini de sürüyor yazılarında. “Kimsenin yağmuru seyretmediği, yıldızları sevmenin yalnızlığı ile her gün biraz daha geri çekildim.” Çünkü artık insanlar tıpkı bir hızar sesiyle konuşmaktadır. Gözyaşı küçümsenmektedir ve modern insan doğaya varmak için ancak duvarlarından izin alması gerekmektedir. Kitapla ilgili söylenebilecek birçok şey var. İnsanın tek temiz kaldığı yer olarak şiiri gören bir şairin kaleminden çıkmış bu denemeler biraz da yaşamdan alıyor elbet ilhamını. Yaşamdan süzülen acılardan. Acılar, anılar, ağıtlar, ağıt yakan analar... Nerde duydum, okudum hatırlamıyorum fakat kalmış aklımda. Şöyle aktarıyordu birisi, şairden duyduğu şekliyle: "Acısı olmayanın ta geçmişine." İyi okumalar 

Mehmet Keklikçi / Okuyorum.org

Virginia Woolf Mrs. Dalloway'i Kimler Okumalı

Bu 208 sayfalık romanı tam bir günde okudum. Clarissa Dalloway'in bir gününü anlatıyor diye mi? Hayır. Eğer araya başka bir gün girerse dönüp baştan okumak gerekir diye. (Yukarıda kullanım zamanını yazmayı unutmuşum. Lütfen tek günde en fazla 3 doz olarak okuyun)
Virginia Woolf / Mrs. Dalloway'i Kimler Okumalı ?
Virginia Woolf / Mrs. Dalloway'i Kimler Okumalı ?

Mrs. Dalloway'i kimler okumalı?

1. Gerçek edebiyat severler yahut edebiyat okurları.

2. Okuyacağı kitapla ilgili spoilerin umrunda olmadığı okurlar.

3. Bilinçakışı tekniğinden az da olsa haberi olan okurlar.

4. "Ama bu kitap hiç akıcı değil" demeyen okurlar.

YAN ETKİLERİ

1. Kısmi kafa bulanıklığı

2. Sıkılma nöbetleri

3. Sıkılma nöbetleri arasında kalan zamanda sıkılmama nöbetleri.

Kitabı aldınız, eve gittiniz arka kapağını okudunuz ki Mrs. Dalloway'in bir gününü anlatıyor. Ee dediniz, koca kitap sadece bir günü mü anlatıyor. Neymiş efendim, bu Clarissa Hanım teyzemiz akşam parti verecekmiş de o günün sabahı çocukluk aşkı Hindistan'dan gelecekmiş de her şeyi alt üst edecekmiş. (Yapma ya... Eee-Kemal Sunal sahnesi geldi aklıma. Hani sonunda "ne diyo bu" dediği sahne) Eee sonra ne olacakmış? Sonra işte yolda giderken, evine gelirken, başka karakterler romana dahil olurken, onların da düşünceleri romana girerken böyle genişliyor sayfalarca. Mesela yolda yürüyorsunuz, bir uyarı levhası: ÇİMLERE BASMAYINIZ. Gözleriniz dalıyor yeşile, yeşile, yeşile ve bir de bakmışsınız güzel bir bahar gününde yaptığınız pikniğin ortasında buluyorsunuz düşüncelerinizi. Sonra o piknikte sallanırken ip kopmuştu ya hani, kapaklanmıştınız yere. Kolunuz incinmişti de, 2 hafta okula gidememiştiniz. (Okullar bahar mevsiminde açık olmasa fena ıskalardım) İşte o istirahat ve yanısıra da nekahat dönemi derken gideceğiniz yere varıyorsunuz. Gideceğiniz yer? Hani metrelerce gerinizde kalan ÇİMLERE BASMAYINIZ tabelası ile şimdi bulunduğunuz yer arasını böyle düşünceler arasında geçirmenize ne mi diyoruz? Lütfen kullanım talimatındaki 3. Maddeye geri dönün!

Mehmet Keklikçi / Okuyorum.org

İsmet Özel ve Partizan / Hüseyin Etil

İsmet Özel ve Partizan / Hüseyin Etil
Türkiye üzerinde oyun oynayan insanların alamadıkları tek kale kaldı: Şiir (İsmet Özel) Bir edebiyat programında "yılın edebiyat olayı" diye bahsedilince alıp okuduğum bu muazzam kitap hakkında yazılabilecek tek şey "ANLATILMAZ OKUNUR" Not: Kitabın son sayfasına ulaşmak için 3 şeye ihtiyaç var ki bunlar, okuma bilmek, okumayı sevmek ve nihayet sabır. Ve bizler biliriz ki, sabrın sonu selamettir. Tüm okurlara selametle. İyi okumalar... 
Mehmet Keklikçi / Okuyorum.org

Zaman Makinesı / H.G. Wells

Zaman Makinesı / H.G. Wells
Baştan söyleyeyim, kimseyi zaman makinesine bir tur bile olsa bindirmem. Şöyle ki, giden zamanında gelmiyor. 300 yıl geriye gidip orada evlenen mi dersiniz, 700 bin yıl ileri gidip orada meyve bahçesi alıp tarımla uğraşan mı. Zor bela alabildim her seferinde zaman makinemi ellerinden. Ama şunu belirteyim, merhum Wells'e saygımdan kimseye 802.701 yılından ötesine izin vermiyordum zira Wells'in zaman yolculuğu tam da bu yıla idi. Bana bu zımbırtıyı (o zamanlar zaman makinesini buraya getirince, zımbırtı diyorduk) gözüm gibi bakması şartıyla vermişti. Ben de gözüm gibi nasıl bakılır diye düşündüm ve gözüme gözlük, makineye de cam bir fanus aldım.Wells, döneminde böyle bir makineyi zaman yolcusu adında birinin icat ettiğini söylemişti ama dedikodular bu kişinin Wells olduğunu söylüyordu. Tabi kimse inanmamış çevresinde başlarda. Ne tıpçısı ne fordcusu ne tofaşçısı. Yalnız başına çıkmış zamanda yolculuğa. Yol uzun sürer demiş, tek başına da çekilmez bir de kaset çalar almış. "Vara vara vardım, Siverek'in hanına" diye yanık sesiyle söylerken İbrahim Tatlıses, vara vara varmış Morlok'ların, Eloilerin diyarına. Kamera alsaydı yanına keşke. Buradaki insanların nasıl olduğunu daha iyi görürdük ama yazdığı Zaman Makinesi kitabında, kültürünü, toplumsal yapısını gayet güzel anlatıyor. Hatta diyor ki, onları gördüğümde kendimi eski dünyaya ait vahşi bir hayvan gibi görünüyor olabilirdim. Demiş bir eve misafir gideyim, ne aile kavramı var ne de ev. Hepsi öyle rahat öyle kolaycılığa alışmışlar ki gıpta edersiniz başlarda ama bu bizim ileri nesillerimizde duyarlılık namına bir şey yokmuş. Akıntıda boğulan bir kızı mesela, kimse kurtarmak için keyfini bozmamış da, Wells bir gayret kurtarmış kızı.
Zaman Makinesi kitabı klasik bilim kurguyu andırsa da, arka planında distopik özellikler de barındırıyor. Mesela dillerini anlatırken şöyle der Wells: "Cümleleri genellikle çok basit ve iki kelimeydi." Hatırladınız mı bu soyut ve mecazlardan yoksun dili. Hani 1984 romanı vardı Orwell'in. Yeni Söylem adı verilen bir dildi. Kısa, somut ve sadece ilk anlamda kullanılan dil. Oraya evriliyor muyuz peki? Tüm duygularımızı emojilere sığdırmaya çalışmamız, belki bir şeylerin sinyali.Bu arada Zaman Makinesi şu an garantide. Madem o yok, ben de kitabını okuyup zamanda yolculuk yapayım dedim.
İyi okumalar
Mehmet Keklikçi

Korkunun Felsefesi / Lars Svendsen

Korkunun Felsefesi, Lars Svendsen
Özgürlük mü güven mi? Bu soru beynimizi meşgul ededursun biz korkudan dem vuralım. Korku insanoğlunun en doğal, en güçlü ve en eski duygusudur. Kimi zaman başımıza gelenlerden korkarız, kimi zaman gelmeyenlerden. Başkasının yaşadıkları bile bizim korku duymamız için yeter sebeptir. Bu ihtimal çok çok düşük olsa da. Zira medya sürekli korku kültürü pompalamaya devam ediyor. Hatta Svendsen'e göre, bu konuda adeta rekabet halindeler çünkü böylesi bir durum gazete sattırır veya insanları televizyonun başına çeker. Bugün artık korku, bütün dünyanın ayırt edici temel özelliği olmuş durumdadır. Haberlerde izlediklerimiz, gazetelerin üçüncü sayfa haberleri, her an etrafımızda olacakmış gibidir. Tüm bunlardan azat edilmiş bir kitle neden böyle haberlere ilgi duysun ki. Müşteri korkmalı ki güvenlik şirketleri kazansın. Kitap 7 bölümden oluşuyor. Her bir bölüm farklı başlık taşısa da aslında aynı tema etrafında deveran ediyor: Korku... Korku Kültürü, Korku Nedir, Korku ve Risk, Korkunun Cazibesi, Korku ve Güven, Korku Politikaları, Korkunun Ötesi bölüm başlıklarını oluşturuyor.Tüm korkuların tamamen yok olacağını tahayyül etmek zordur diyen yazar için korkumuz lüksümüzle beraber doğan bir problemdir. Bradley'in deyimiyle, "korkmayı kesmiş insan, umursamayı da bırakmıştır." Geçen her zaman diliminde daha karmaşık bir hal alan dünyada korku artık vazgeçilmezimizdir. Eskiden çocuklara korku ile başa çıkma yöntemleri öğretilirdi diyor bir alıntısında, şimdi ise korkuyu yaşamlarının bir parçası olarak görmeleri gerektiği.
Svendsen baştan sona okuru çıkardığı korku kavramı yolculuğunu tamamen ümitsiz bitirmiyor. İnsancıl bir iyimserliğin daha iyi bir dünya için gerekli olduğunu söylüyor.
Meraklısına: Korku temalı iki kitap önerisi
Bireysel korku: Stefan Zweig/Korku
Toplumsal korku: Yaşar Kemal/Tek Kanatlı Bir Kuş
İyi okumalar
Mehmet Keklikçi

Albaya Mektup Yok / Gabriel Garcia Marquez

Albaya Mektup Yok Gabriel Garcia Marquez
Eğer bizim asker eskisi, vatanı için savaşmış emekli albayımızın bir facebook adresi olsa ve sayfasına her girdiğinde ona "ne düşünüyorsun" diye sorsaydı, albayımızın tek paylaşımı bu dizeler olurdu herhalde. On beş yıl boyunca umutla beklenilen emekli aylığını, *emekliaylığımadokunma* hashtagı ile yetkililere duyurmaya çalışırdı üstelik. Marquez'in bu uzun öyküsü (yahut kısa romanı) bir bekleyişin öyküsünü anlatıyor. Şöyle roman okurluğu mazime bakıyorum da, galiba yoksulluk ve umut doğru orantılı olsa gerek. Biri artınca diğeri de artıyor. Öyle ya, umut, içinde ummayı da barındırıyor. Fakat yine de bazen umudun sönmeye başladığı, hatta tamamen küle döndüğü zamanlar oluyor. Umudu öldüren de yine yoksulluk oluyor. Yitip giden şeyler sadece eşyayla sınırlı da kalmıyor. "Kötü bir durumun en kötü yanı, bize yalan söyletmesidir." Hayat şimdiye dek icat edilmiş en güzel şey olsa bile...
Albaya Mektup Yok'ta anlatılanların ardında dönemin siyasi ve toplumsal olaylarını da okuyoruz. "Gitarın yukarısında raptiyeyle tutturulmuş bir yazı vardı: SİYASET KONUŞMAK YASAKTIR." "Yıllardır gördüğümüz ölümler arasında doğal nedenlere dayanan ilk ölüm bu."Veeee tabi ki olmazsa olmazımız, büyülü gerçekçilik! "Ben on iki yıl önce bu odada ölen kadınım" diye yanıtladı.Albaya Mektup Yok, canlı canlı çürüyen, oğulları ölen ve kendilerini 'oğullarının yetimi' olarak tanımlayan karı kocanın öyküsü...
Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar...
İyi okumalar
Mehmet Keklikçi

KARNAK KAFE KİTAP YORUMU NECİB MAHFUZ

Bir gün Ahmet Rasim’e patronu yazdığı yazılar için ne kadar ücret istediğini sorar. Yazarın cevabı şu olur: “Uzun yazılar yarım altın, kısa yazılar tam altın.” 
Karnak Kafe, Necip Mahfuz
Karnak Kafe, Necip Mahfuz
Bu anekdot kuşkusuz kısa yazıların ne kadar zor olduğunu anlatıyor bize. Kısa yazılar aynı zamanda yoğun, derin bir anlamı da ihtiva eder. Yeni kitabımız Karnak Kafe’de mekân Kahire, zaman 1952 Devrimi. Belki buna 1967 Arap İsrail Savaşı’nı da ekleyebiliriz. Karnak Kafe gerçekten var mı bilmiyorum. Zira sembolik bir mekân olabilir yahut Minimısır. Yazar tesadüfen girer kafeye. “Karnak Kafe’ye gitmem tamamıyla rastlantı sonucu oldu.” Gençlerin toplanma yeridir burası. Tarihin başlangıç noktası olarak 1952 devrimini kabul eden bir avuç heyecanlı genç. Devrimin çocuklarıydı hepsi. “Zeynep Diyab, İsmail el-Şeyh, Hilmi Hamada ve birkaç kişi.” Dönem her ne kadar devrimin başarılı olduğu bir zaman olsa da “her şeyden, masalardan ve duvarlardan bile şüphe duyulduğu bir ortamın resmini çizer Mahfuz. Yabancılaşma, değerlerden uzaklaşma ve meşhur tabiriyle devrimin önce kendi çocuklarını yediği bir Kahire panoraması. “Ana fikir halen kabulümüzdü tabii ki, ama üslubun değişmesi gerektiğini söyleyip duruyorduk.” Karnak Kafe toplamda 91 sayfa küçük hacimli fakat yoğun bir eser. Bu yüzden olsa gerek, (arka kapaktan alıntılarsam) Mahfuz’un en eleştirel ve sert romanlarından biri sayılıyor. 
İyi okumalar 
Mehmet Keklikçi

İNTİHAR KİTAP YORUMU EDOUARD LEVE

Bunu daha önce de söylemiştim ama yineleyim: Yazar kitabı yazıp yayıncısına teslim ettikten 10 gün sonra intihar ediyor. Peki kitapta neyi anlatıyor? Kendi intiharını değil. 
İntihar, Edouard Leve
İntihar, Edouard Leve
Kendiyle ilgili hiçbir şey yok hatta. Adının intihar olması öyleyse? Baştan sona, - intihar etmiş- bir arkadaşına yazılan mektup-içdöküm niteliği taşıyor yazılanlar. Yazarın sıfır edebiyat amacı taşıyarak yazdığı kitap, alışılmışın dışında 2. şahıs ağzından anlatılıyor. Yani ben ve o yok, sen var. "Genç öldüğün için asla yaşlanmayacaksın." Spoiler vereyim mi? Ya da sonunu söyleyip tüm heyecanını, gizemini yitirsin mi kitap? Arkadaşı intihar ediyor yazarın. Evet, bu "spoileri" daha ilk sayfada veriyor Leve. "Ağustos ayında, bir cumartesi günü, üstünde tenis giysileri..." Yazar, arkadaşının bu bencil eyleminden ötürü, elbette sitemkar biraz. Bunu açıkça yazmasa da, okuyucu satır aralarında sezebiliyor. Aslında, arkadaşı da intiharın bu bencilce yanından hoşlanmıyordu. Okuyucu bu noktaya kadar neden öyleyse diye soracaktır fakat arkadaşının ölümünün ardından çalışma masasının çekmecesinde bulunan şu üçlemesini okuyunca, az da olsa merakını yenmiş olarak kapatacaktır kapağı: Doğmak başıma gelir Yaşamak beni uğraştırır Ölmek beni tamamlar İyi okumalar Mehmet Keklikçi

KALPAZANLIK BİLE YAPILAMIYOR AZİZ NESİN

Alışılmışın dışında bir Aziz Nesin kitabıydı. Nedir peki bu alışılmışın dışında olan şey? Anlatım mı? Hayır, o her zamanki Aziz Nesin anlatımı. Mizah? O da değil, fazlasıyla var. Ya ne öyleyse? İçerik... 
Kalpazanlık Bile Yapılamıyor, Aziz Nesin
Kalpazanlık Bile Yapılamıyor, Aziz Nesin
Evet öykülerin içeriklerini okudukça, hani Aziz Nesin gibi birisi diyorum, neden böyle konuları yazsın ki! İşte İntikam, Bir İhanetin Nedeni, Demek Beni Tanımadın gibi öyküler, hiç de Nesin okurlarının alışkın olmadığı içerikte öykülerdir eminim. Tabi hepsi olmasa da çoğu böyle. Kitaba adını veren öykü hakkında birkaç söz söyleyecek olursam, kalpazanlık malum sahte para basma işi. Bizim de bu öyküde bir kalpazanlar Kralı var. Nam salmış, işinin ehli, zengin ve nüfuz sahibi bu kalpazanlar kralı, gün gelir parasını kaybeder, işinin değeri düşer. Öykünün sonlarına doğru bu çöküşün sebebini anlatır ki akla zarar. Bastığı sahte paraların aslının değeri düştükçe sahtesi de para etmez olur tabi. Her öykünün sonunda yazım yılı ve yeri de mevcut. Kitap bitince basım yılına baktım ne göreyim. O zaman anladım neden böyle havadan sudan konularda öykü yazmış Aziz Nesin. Kitabın birinci basım yılında 1984 yazıyordu. Yani... Yanisi "evrene" olumsuz mesaj göndermenin anlamı yoktu, haklı olarak. 
İyi okumalar 
Mehmet Keklikçi

SAKINCALI YAZARLARDAN SAKINCASIZ ÖYKÜLER NAİM TİRALİ

Bitti. Bir günde üstelik. Çünkü 160 sayfa ve öyküler akıcı. Kafka var, Maupassant var, Thomas Bernhard var ve ayrıca Henry Miller. Bunların dışında yeraltı edebiyatı yazarları denilen isimler de var tabi. 
Sakıncalı Yazarlardan Sakıncasız Öyküler, Derleyen Naim Tirali
Sakıncalı Yazarlardan Sakıncasız Öyküler, Derleyen Naim Tirali
Mesela Bukowski. Kitapta beni en çok etkileyen iki öykü oldu. Birisi Maupassant'a ait Hizmetçi Kızın Öyküsü; diğeri ise Miller'in Dieppe-Nevhaven Yolu. Olur da denk gelirseniz okumanızı önerebilirim. Kitabı bir sahhafta almıştım ve şimdi bulunması sanırım oldukça güç. Tirali açıklamasında, çevirdiğim yazarların çoğu ülkelerinde sakıncalı olarak tanınıyordu ama ben onların en sakıncasız öykülerini çevirdim diyor. Buradan, kitabın ilginç isminin öyküsü de ortaya çıkmış oluyor. 
İyi okumalar 
Mehmet Keklikçi

TEHLİKELİ OYUNLAR KİTAP YORUMU OĞUZ ATAY

Bir tiyatro binası. Köşede sağda. Klasik yer tarifimizdir. Kapısında kocaman levha: GERÇEKLER TİYATROSU. Bu akşam son oyun sahnelenecek deniliyor. (Neden kapandığı hakkında farklı rivayetler mevcut) Biletler biletixden değil. 
Tehlikeli Oyunlar, Oğuz Atay
Tehlikeli Oyunlar, Oğuz Atay
Dedik ya gerçekler tiyatrosu diye. Yok öyle sanal bilet filan. Oyun saati: 19.00 Seyirciler toplanmaya başladı. 34 numaralı bilet. 3. Sıradan, buyrun efendim. 42, şuradan lütfen. İsminiz? Hüsamettin Tambay. Kimliğinizi görebilir miyim? Kimse değilim ki kimliğim olsun. Şöyle geçin, 51 numaralı koltuk. Nurhayat Hanım mıydı? Evet. Siz peki Bilge olacaksınız sanırım? Evet. Buyrun efendim. Sevgi? (Biletçi içinden "ne sevgisiz kadın" diye geçirdi ama kadının yüzüne gülümsedi. Eh oyunumuz binanın kapısından başladı bile) Şöyle geçelim Sevgi Hanım. Hikmet Benol siz misiniz? Evet ama kaçıncı Hikmet'i soruyorsunuz? Kaç Hikmet var ki? Dört, beş, altı, yedi hangi Hikmet. Ama tek kimlikte bunlar. İlginç doğrusu, neyse buyrun. Kapılar kapandı salonun. Sessizlik! Oyun başlıyor! Zaman geçtikçe seyirciler mırıldanmaya başlıyor. Ne tuhaf oyun bu yahu diyenler oluyor. Böylesini de hiç görmemiştik doğrusu. Biz oyun seyretmeye geldik ama bi bakıyoruz sahnenin ortasındayız. Oyunun içine dahil olmuşuz. Bunlar hep Hikmet Benol denen bir yurtsuzun başının altından çıkmış deniliyor. Hem bizim bildiğimiz sahnenin arkasındaki fonda oyunun mekanı yansıtılır. Bu nasıl bir sahneyse, dikmişler kocaman aynayı, sürekli kendimizi görüyoruz. Ha, iyi oynuyoruz tabi, orası ayrı. Neyse oyun bitti en azından. Şimdi hep beraber yemek yemeye gidelim. Lokantanın kapısı da pek ilginç doğrusu. Neden? Fark etmedin mi? Leonardo'nun Son Akşam Yemeği. Ayı oynatmıyoruz burada, acı çekiyoruz... 
İyi okumalar 
Mehmet Keklikçi