The Most/Recent Articles

kadir şarkı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kadir şarkı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Vahşetin Çağrısı Kitabı Hakkında Jack Landon

Vahşet kapı önünde beklemekteydi. Çağrıya ihtiyacı yoktu. Ortaya çıkması gereken zamanı iyi biliyordu. 

Vahşetin Çağrısı, Jack Landon, Türkiye İş Bankası Yayınları
Vahşetin Çağrısı, Jack Landon, Türkiye İş Bankası Yayınları
Vahşet için çağrı sadece bahaneydi. İnsanların içini iyi okuyordu. Tam olması gerektiği yerde, tam da zamanında çıkıyordu. Acayip dakiktir. Geç kalmaz, erken de gelmez. Ha insanları kışkırtmayı da iyi bilir. Toplumsal olaylara baktığımızda bu vahşet duygusunu tadına bakan bir bireyi, tekrar topluma kazandırma oranı nedir bilmiyorum açıkçası veya gerçekten tekrar topluma kazandırılabilir mi? Hangi toplum diyeceksiniz? En sevdiğimizi söyleyeyim: "Medeni insanların yaşadığı topluma." Kim ki bu medeni insanlar? Acaba içindeki vahşet duygusunu bastırabilen insanlar mı? Yerinde bir soru mu acaba? Cevabini sizlere bırakıyorum.

Mr. London konuya çok güzel değinmiş gerçekten de... Değismez kaide ne verirsek onu mu alırız ki? Bence değil...


Gül uzatan birine kurşun atan bir toplumdayız. Eskiler en azından daha dürüstmüş bu vahşet konusunda. Toprak yağmalayarak , öldürerek, savaş çıkararak ne istediğini göstere göstere yapıyorlardı vahşeti. Şimdikiler öyle mi? Hepsi takim elbiseli ağır abi. Bizlerin hayat standartlarını yükseltmek için uğraşıyorlarmış... Yani duyuyoruz ama , bir şey gördün mü desen, pek gördüğüm söylenemez. Şimdiki ağır abiler önce bulunduğu konumdaki insanların kötü şartlarını bahane ederek savaş çıkarıyor. Ha öyle topla tüfekle de değil. Delirdiniz mi kaçıncı çağda yaşıyoruz? Öyle ilkel bir şekilde olur mu? Ekonomisine savaş açıyor, tarım sanayisine darbe vuruyor. Müdahale ediyor. Ondan sonra da sizleri kurtardık diyor. Pardon ama kimi kimden kurtarıyorsun ki? Benim evdeki Sarıkız'ın yiyeceği samanı bile ithal ettirecek hale getiriyorsun, sevgili janti abi ondan sonra tamam diyorsunuz. Günümüz vahşeti artık siyasi. Belki de kaderimiz bu. Bunun sorumlusu kim? Şey olabilir mi? Arazi mülkiyeti diye bir şey yokken belli bir alanı çevirip burası artık benim diyen ve buna ses çıkarmayan birey olabilir mi? Ne dersiniz? Bakalım daha nasıl vahşetler bekliyor bizi. Sevgilerle...

Kadir Şarkı / Okuyorum.org

Sırça Köşk Okuyucuya Bugünlerdeki Bizleri Anlatıyor

Evet yine evlenene kadar şıpsevdi olan bir Sabahattin Ali kitabı daha okudum. Özellikle Osman Balcıgil'in Yeşil Mürekkep kitabından sonra Sabahattin Ali eserleri bir başka güzel olmaya başladı. Belki de hayatını ilk defa böyle yakından gördüğüm için...

sabahattin ali, sırça köşk
Sabahattin Ali, Sırça Köşk
İçinde yine sıcacık öyküleri vardı. Başladın mi bitirmeden bırakamıyorsun. Anadolu'yu onun kadar iyi tasvir eden var mi bilemiyorum açıkçası. Katil Osman öyküsü bana çoğu hareketimizin, konuşma şeklimizin karşı tarafın bizi gördüğü kadar, bizi belli bir tanıma soktuğu kadar yaptığımızı düşündürdü. Böbrek öyküsü ise sağlığımızın ne kadar önemli olduğunu ve dalavereye ve hurafeye gelmeyeceğini basit dille söyledi.

Özellikle Sırça Köşk ise bugünlerdeki bizleri anlattı. Ben bu dönemdeki bizleri gördüm.

Saraylarda, en iyi şartlarda, bizler için çalıştığını söyleyip fakat bizlerin cebindeki, kursağındakileri almaya çalışanları hissettim. Onları oraya, Sırça Köşke bizlerin oturttuğunu hatırladım. Ve sadece bizlerin onları oradan indirebileceğimizi...

Sevgili dostlar unutmayalım ki bir birey olarak ileriye de geriye gitmek sadece bizlerin elinde. Sevgilerle...

Kadir Şarkı / Okuyorum.org

Kim Bu Erken Kaybedenler ?

Kim bu erken kaybedenler yahu..? 13 yaşında bara gidip abisinin kız arkadaşını taciz edenler mi? Barda rahat rahat alkol sipariş verenler mi?

Erken Kaybedenler, Emrah Serbes
Erken Kaybedenler, Emrah Serbes
Ufacık yaşında öğretmenlerine asılanlar mı? Bilemiyorum ki? Ben 13 yaşında dışarıya koşa koşa oynamaya gidiyordum. Bu tarz hikâyeleri okutup kardeşlerimizin özenip kaybetmesine zaten yazar sebep olmaz mi? Biz okuyucular da kardeşlerimizden bu tarz kitapları uzak tutmalıyız.Bunu başaramazsak erken kaybetmelerinde katkımız olabilir.Bu şekilde yeraltı edebiyatı adı altında tanımlamam imkansız. Bu tarz hikâyeler ile hepimiz yeraltı edebiyatı yapalım o zaman.

Olur mu? Bence olmaz, olmamalı...

Bir kitap üzerinden yazarı yerden yere de vurmak istemem tabi ki.  Ama yanlış. Bir yazar olarak insanlara ışık olman gerekirken, mevcut ışığı söndürmektir bu. Ürperdim... Kendi çocukluğum geldi aklıma, yeğenlerim geldi... Bilmiyorum açıkçası bir çocuk erken kaybetmeye başlıyor ise en büyük sorumlular ebeveynleridir.

Hayal dünyasını yerle bir edenlerdir. Evlatlarını dinlemeyen ,dediğine kulak asmayan, dediklerini küçümseyen ebeveynlerdir. Demem o ki elini tuttuğunuz gibi evlatların hayal dünyasını da tutun.

Atatürk'ün de dediği gibi "Çocuklar geleceğimizin güvencesi, yaşama sevincimizdir. Bugünün çocuğunu yarının büyüğü olarak yetiştirmek hepimizin insanlık görevidir." Sevgilerle...

Kadir Şarkı / Okuyorum.org

Edebi Bir Akım Olarak Madame Bovary Sendromu

Madam Bovary Sendromu 19. yüzyılda edebi bir akım olan romantizm etkisinde yazılan romanlarla beraber ortaya çıkmış bir davranış bozukluğudur.

Madame Bovary, Gustave Flaubert,
Madame Bovary, Gustave Flaubert
Nabokov "Flaubert olmadan Fransa'da Proust, İrlanda'da Joyce, Rusya'da Çehov olmazdı." der. Gustave Flaubert  12 Aralık 1821 yılında Fransa’nın Rouen şehrinde doğdu.  Babası başcerrah, annesi ise hemşireydi. Ortanca çocuk olarak dünyaya geldi. Ağabeyi  babasının yolunu takip ederek doktor oldu, kız kardeşi ise Gustave Flaubert’in yakın arkadaşı Emile Hamard ile evlendi.  Sevgi dolu bir ortamda çocukluğunu geçirdi ama daha sonra zorlu günlerle yüzyüze geldi.Gustave Flaubert, gerçekçi edebiyatın kurucusu sayılır. Ona göre bilimde pozitivizm ne ise edebiyatta realizm odur.

1851 yılında başlanan roman, 5 yıl sonra tamamlandı. O zamanlar Gustave Flaubert bu romanını, çalıştığı Revue de Paris dergisinde tefrika etti. 1856’da tefrika edilen roman, 1857 yılında kitap haline gelmiş ve o zaman deyim yerindeyse yer yerinden oynamıştı.Eserden sonra da Madam Bovary Sendromu 19. yüzyılda edebi bir akım olan romantizm etkisinde yazılan romanlarla beraber ortaya çıkmış bir davranış bozukluğudur.

Madam Bovary sendromu, ilk olarak filozof Jules de Gaultier tarafından tanımlandı. Madame Bovary kitabı üzerine yazdığı makalesinde Gaultier, romanın ana karakteri olan Emma’dan söz eder. Ona göre Emma, “kronik affektif tatminsizlik” yaşayan bir kişinin mükemmel bir örneğidir.Madam Bovary, Anna Karenina gibi edebi karakterlere benzemektedir. Bunlar sözde ideal aşk peşinde koşmak için kendi ailelerini ve eş olarak rollerini reddeden kişilerdir. Ne kadar yazıldığı dönem itibari ile olaya bakmaya çalışsak da, hep bir eksiğimiz oluyor. Örnek vereyim; arada etkilendigimiz olaylar karşısında acaba şimdi benim başıma gelse nasıl tepki veririm diye.

Oysa o konular belki de şimdi çok önemsizdir, bilemiyoruz. Ama Emma'ya kızmadım desem yalan olur sanırım. Ah Emma ah! Çektiğin kadar bize de çektirdin. Sevgilerle...

Kadir Şarkı / Okuyorum.org

Notre Dame'ın Kamburu: Tarih ve Aşk Bir Arada

Victor Hugo, Notre Dame'ın Kamburu

Victor Hugo-Notre Dame'ın Kamburu Notre Dame 16 Nisan 2019 yangını öncesi iki büyük yıkım geçirdi. İlki 17. yüzyılda XIV. Louis döneminde yaşandı. Fransa’nın tahtta en uzun kalan, en saldırgan ve yayılmacı kralı olarak bilinen XIV. Louis, aynı zamanda çok dindardı. Notre Dame’ın açık alanını genişletmek için ana kapısındaki sütunu yıktırdı, orijinal vitray pencereleri düz camla değiştirtti. İkinci büyük yıkımı 1789 Fransız Devrimi sırasında gördü. Devrimciler Notre Dame’daki kralların heykellerini parçaladı; Bakire Meryem heykeli haricindeki tüm heykeller zarar gördü. 13. yüzyılda dikilen kilisenin orijinal kulesi de Fransız devrimcileri tarafından yıkılmıştı. Sefillerden sonra yine klasik Hugo betimlemeleri. Sefilleri okurken kendimi Waterloo savaşı gazisi gibi hissetmiştim. O kadar iyi betimlemişti ki... Burada da Paris'i , Notra Dame Katedrali'ni öyle güzel anlatıyor ki, hani gezmeye gitseniz bu kadar göremezsiniz. Hatta bir ara "Bu kadar Paris yeter, bir Londra mı yapsak acaba?" diye sormadim degil. Notre Dame Katedrali Fransa’nın başkenti Paris’in 'kalbi' olarak tanımlanıyor. Roman 15. yüzyıl Paris'inde geçmektedir ve Louis XI döneminde şehirdeki Orta Çağ yaşamını güçlü bir şekilde yansıtır. İyilik, kötülük, güzellik, çirkinlik, suçluluk, suçsuzluk gibi antitezlerin yer aldığı, içinde hem tarih hem aşk görebileceğiniz bir eser. Aşk dediğimiz şeyin yaptırım gücünü de göreceğiz, umutsuzluğu da, anlık da olsa umudu da göreceğiz. Sanırım bu olaylara bakış açısına göre değişiyor. Bu, Hugo'nun o zamana kadarki en ünlü eseridir ve devamında gelen siyasi içerikli yazılarının yolunu açmıştır. Hugo, Fransız edebiyatının devlerinden biri olarak kalmaya devam etmektedir. Fransız kitleleri onu öncelikle bir şair olarak kutlasa da, İngilizce konuşulan ülkelerde romancı olarak daha iyi tanınır. Ayrıca seyahat etmeyi sevip, şu anki nedenlerden dolayı seyahat edemeyen varsa mutlaka bu eseri okumalı. Az da olsa o seyahat hissini veriyor. Sevgilerle...

Kadir Şarkı / Okuyorum.org

Turgenyev'in Lüzumsuz Adamı Gerçekçidir

Lüzumsuz Bir Adamın Günlüğü Turganyev
"Aylaklık bütün psikolojinin başıdır" der Nietzsche... Ne dersiniz? Eminim hepiniz bir lüzumsuz adam karakterini çok sevmişsinizdir. Flâneur en kısa tarifiyle "aylak kent gezgini" anlamına gelir. Fransızca kökenli bir terim. Flâneur kelimesi ilk olarak 1863'te Charles Baudelaire tarafından Modern Hayatın Ressamı adlı yazısında kullanıldı. Baudelaire, flâneur'ü 'dunyanin merkezinde iken dünyayı gözlemlemek ama dünyadan sakli kalmak isteyen bir gozlemciydi'. Walter Benjamin'in flâneur'ü ise entelektüel ama icinde bulunduğu toplumda kendini tedirgin hisseden biriydi. Fransız filozof Jean Paul Baudrillard ile Baudelaire'in flâneur'ü ise birbirinden farklı. Baudrillard'ın flâneur'ü televizyon ekranının karşısında koltuğa çivilenmis halde. Ünlü sosyolog Zygmunt Bauman'a göre ise, günümüzün flâneur'ü postmodernitenin tipik bir figürü, ancak şehri deneyimleyen bir hayalperest olarak hala belirsizliğin, anlik veya parça parça ilişkilerin sembolü olmaya devam ediyor. Polonyalı filozof Stefan Morowski, Baudrillard ve Bauman'dan farklı olarak, çağdaş flâneur'ün gücüne ve etkinliğine inanmayı sürdürüyor. Modern flâneur'ün kitle üretiminin kültürel baskısına boyun eğmediğini dile getiren Morowski, bir adım ileri giderek onu kahramanlaştırıyor, şeytanlarla savaşan 'Son Mohikan' olarak nitelendiriyor. Dostoyevski'nin 'Yeralti Adami',  Gonçarov'un 'Oblomov'u', Robert Musil'in 'Ulrich'i', Sait Faik'in 'Lüzumsuz Adam'ı, Turgenyev'in 'Çalkaturin'i' Yusuf Atılgan'ın 'Aylak Adam'ı... Aslında bir bakıma Turgenyev'in Babalar ve Oğullar kitabındaki Bazarov da bir lüzumsuz adamdır. Bence lüzumsuz adam özgür adamdır. Bizlerin dile getiremediği şeyleri rahatlıkla kusan adamdır. Belli bir dünyevi değerleri hayatının önüne koymadığı kişidir. Olduğu gibidir. Hangimiz olduğu gibi davraniyor ki? Hep bir etrafımıza daha şirin ,daha iyi ,daha entellektüel gözükmek icin aslinda hic sevmediğimiz, zevk almadığımız şeyleri sanki bayılıyor gibi anlatmiyor muyuz? Elalem ne der kalıbının dışına çıkabiliyor muyuz? Belki bazen çok nadir? Ne zaman bir lüzumsuz adam ile bir yeraltı adamı ile karşılaşsam garip oluyorum. Sanırım kıskanıyorum da neden onun gibi olamiyorum diye. Mesala Oblomov hepimizi sinir etmiştir, ama yine de çok severiz onu, kiskaniriz da aslinda rahatlığını. Bazarov kadar kimseye kızmadım ama daha sonra gördüm ki adamın rahatlığı paha biçilemez. Ya Dostoyevski'nin yeraltı adamı? "Ben hasta bir adamim" diye başlar. Hangimiz bunu kendine karşı itiraf edebilir ki? Bilemiyorum... Belki ben de birgün gıpta ettiğim bir lüzumsuz adam ya da yeraltı adamı olabilirim. Bu kavramı araştırdıkça bunlar çıktı. Aslında sayfalarca yazılır. Ama siz de biliyorsunuz ki uzadıkça okumak da zor geliyor. Belki de sadece içimizi dökmek icin yazıyoruz. Belki birgün ben de "Ben bir hasta adamım" veyahut "Bugün hiç yataktan çıkmak istemiyorum." Ya da Sait Faik'in Lüzumsuz Adamı gibi " Ben bir acayip oldum. Gözüm kimseyi görmüyor, kimsenin kapımı çalmasını istemiyorum. Dünyanın en sevimli insanları olan posta müvezzilerinin bile...." Değil mi kim bilir? Dediğim gibi araştırdıkça bunlar çıktı. Lüzumsuz adam gerçekçidir. Sevgilerle...

Kadir Şarkı / Okuyorum.org

Kubilay Han Kitap Yorumu John Man

Hanlar hanı, büyük komutan, görebildiği duyabildiği bütün dinleri kucaklamış bir lider. 
Kubilay Han Kitap Yorumu John Man
Kubilay Han Kitap Yorumu John Man 
Morris Rossabi: (XIX. yüzyılın başlarından itibaren, gerek Batılı akademik çevrelerde gerekse Türkiye’de, Moğollar ile alâkalı bir önyargının mevcudiyeti tarih ilmi ile uğraşan herkesin malûmudur. Hiç kuşku yok ki, kadimden süregelen bu marazî algının temel dayanağı Moğolların istila ettikleri bölgelerde uygulamış oldukları zulümler idi. Bütün bunlara muhtelif lisanlarda telif edilen ortaçağ kaynaklarındaki mübalağa yüklü anlatılar ve vahşet sahneleri de eklenince Moğolların insanlık tarihine yaptıkları katkılar doğal olarak görmezden gelindi. Fakat Boris Yakovleviç Vladimirtsov (1884-1931) ve Georgiy Vladimiroviç Vernadskiy (1887-1973) gibi büyük tarihçiler sayesinde, Moğolların hüküm sürdükleri topraklarda askeri teşkilattan yönetim tarzına ve ticaretten sanata varıncaya kadar pek çok sahada mühim gelişmeleri tetikledikleri anlaşıldı. Avrupa ile Uzakdoğu arasında bir köprü vazifesi gören Moğollar, Pax Mongolica’yı tesis etmek suretiyle Avrasya’yı cazibe merkezi haline getirdiler. ) Kubilay Çin’deki Yuan imparatorluğunu kurmuş ve ilk imparatoru olmuştur. Sahra çölü gibi bir bölgeye öyle bir kent kurmuştu ki avlanmak için bir orman, su ihtiyaçları için de bir yapay göl. Ayrıca Japonya saldırısında ne kadar da başarısız olursa olsun öyle büyük bir deniz kuvvetleri oluşturdu ki, bu güç Normandiya çıkarmasına kadar görülmemiş bir kuvvetti. Kubilay’ın Çin’deki yeni hükümet yapısında üç büyük merkezî büro bulunmaktaydı: Bunlar, sivil halkla ilgili tüm konularla uğraşan kâtiplik dairesi, askerî konularla ilgilenen has meclis, ülkenin dört bir tarafında hükümet yöneticilerini denetleyip rapor veren denetim kurulu idi. Sarayın aldığı önemli kararları uygulamak için tüm devlet dairelerinin bütün eyâletlerde temsilcileri mevcuttu. Çiftçilere arazilerine geri dönmek konusunda yardımcı olmak için tarım destekleme bürosu bile kurmuştu. Yönetilen bütün ülkeler üzerinde ve tüm devlet işlerinde yetkili on iki kişilik bir kurul bulunurdu. Bu kurul Ahmed adında Büyük Kağan’a kurulun diğer üyelerinden daha çok sözü geçen bir Müslüman vardı. Diğer vezirler ise Hıtaylı yani Kuzey Çinli idiler. Ahmet, istediği kişileri ülkelere yönetici olarak atayabilir, resmi görevlere adamlarını getirebilirdi (Mîrhand, 1339 hş., s. 206; Marco Polo, 2015, s. 85-86; D’ohsson, 2006, s. 242). Çin’de Müslüman kökenli devlet adamlarının bu dönemde etkin bir şekilde devlet yönetiminde yer aldığı anlaşılmaktadır. Netflix de bulunan dizi Marco Polo’yu de izleyebilirsiniz. Hem görsel hem de dönem açısından güzel bir yapım olmuş. Kubilay Han’ı anlatmaya sanırım hiçbir inceleme yeterli olmayacaktır. Tarih sevenler için güzel bir şölen. Keşke yazar biraz daha az tekrar kullansaydı daha iyi olabirdi. Sevgilerle...
Yorumlayan Kadir Şarkı

Savaş Sanatı Kitap Yorumu Sun Tzu

Savaş Sanatı Kitap Yorumu Sun Tzu
Savaş Sanatı Kitap Yorumu Sun Tzu
Yaklaşık 3.000 yıl önce yazılmış bir askeri taktik kitabı. Niye okudum diye sorarsam adını o kadar çok duydum ki, okuyan arkadaşlarım o kadar çok gözümün içine soktu. Yapacak birşey yok deyip başladım okumaya. Zaten kısacık birşey. Gerekli mi diye sorarsanız, bence değil. Elimizde ki en değerli şey olan zamanı böyle kolay harcamamalı. -''Dostlarını kendine yakın tut, düşmanlarını daha da yakın!'' Eserde 384 tane savaş teorisi yer alıyor. Kitabın temel prensibi için söylenense , “Gerçek zafer,savaşmadan kazanılan zaferdir.” Birçok harp okulunda hala ders olarak okutuluyor. Umarım insanlar savaşı sanat olacak değil de barışı sanat olarak ele alırlar. Keyifli okumaklar...
Yorumlayan Kadir Şarkı

F.M Dostoyevski Stepançikova Köyü Yorumu

F.M Dostoyevski Stepançikova Köyü Kitap Yorumu
F.M Dostoyevski Stepançikova Köyü Kitap Yorumu
Merhabalar ben Stepançikova köyünden Kadir. Sizlere rutin hayatımızı dilim döndüğümce anlatmak istiyorum. Öncelikle dayım ile başlayayım.Bilgisiz bir insan değil,bilgili de değil. Fakat bilgiye aç bir insan. Dayımın annesi bilgisiz,görgüsüz,merhametsiz boş oksijen tüketen bir birey. Anlatıcımız ise genç,bilgili,aydın bir insan. Bir de Foma Fomiç var. Bu birey nasıl tanımlanır bilmiyorum. En sade hali hiçbir şeye kabiliyeti olmayan bir asalak. Şimdi Benim resmettiğim şu: Dayımız şuan ki siyasal durumda ortada kalmış, bozuk olan ekonomi de yeni yeni satılan değerlerimizi,şirketlerimizi sormaya başlamış. Annesi ise bu bozuk ekonomiden faydalandığı için sesini çıkarmayan, bu takımları destekleyen bir birey. Anlatıcımız ise cumhuriyet değerlerine sahip çıkmaya çalışan, bozulan siyasi iktidarın,ekonominin düzelmesi için atılım yapmaya çalışan aydın gençliği temsil ediyor. Asıl kişimiz Foma Fomiç ise : Hani akademisyenleri İhraç edip muhtarlara cübbe giydiren zihniyet varya işte bu Foma Fomiç.Bilgisiz , bilgili insanlara saygısı olmayan medeniyetten uzak bir birey olamamış kişi. Okudukça sinirlerim bozuldu. Sinirim bozuldukça bu sahneler daha tanıdık geldi. Ben kişileri böyle yerleştirdim. Okudukça böyle canlandı. Okumak lazım. Birşeyleri değiştirmek için gezmek, görmek ,okumak gerek. Ama herşeyi zamanında yapmak gerek. Keşke zamanım olsaydı da Dostoyevski ile beraber Sibirya’da bu kitabın temellerini atarken tanışma , tartışma şansım olsaydı. Bir de Tolstoy Savaş ve Barış’ı yazarken tanışmak istemişimdir. Son sözüm okurken sizi çok sinirlendirecek bir eser. Kitaplarla kalın...
Yorumlayan Kadir Şarkı

Dönüşüm Camus’ün Yabancı’sından “Absürt”

Dönüşüm’ünden yapılan bu iki alıntı (iki alıntı da eserlerin giriş cümleleridir), absürt felsefenin ve absürt edebiyatın en çarpıcı örneklerinden ikisidir.
Camus kafka
Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum. Bakımevi'nden bir telgraf aldım: ‘Anneniz vefat etti. Yarın kaldırılacak. Saygılar.’ Bundan bir şey anlaşılmıyor. Belki de dün ölmüştür. " “Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.”
Albert Camus’nün Yabancı’sından ve Franz Kafka’nın Dönüşüm’ünden yapılan bu iki alıntı (iki alıntı da eserlerin giriş cümleleridir), absürt felsefenin ve absürt edebiyatın en çarpıcı örneklerinden ikisidir. Yabancı’dan yapılan alıntıya göre, başkarakter Meursault, annesinin ölümüne tamamıyla kayıtsız ve hissiz görünmektedir. Annesinin ölüm haberiyle ilgili aklına takılan tek şey ise, annesinin bugün mü yoksa dün mü öldüğüdür (aslına bakılacak olursa, bunu bile pek merak etmiyordur). Dönüşüm’ün giriş cümlesine göre ise, başkarakter Gregor Samsa, bir sabah uyandığında kendisini hiç de akla yatkın olmayan, saçma bir durumun içinde buluvermiştir. İlginç olan ise, Gregor Samsa’nın bu yeni absürt duruma hemencecik adapte olarak, bir an evvel bu şekilde yaşama devam etmenin yollarını bulmaya çalışmasıdır.
Aslına bakılacak olursa, bu iki eserde geçen iki örnek alıntı, absürdist felsefeyi iki farklı açıdan ele alır. Yabancı’nın Meursaut’sunun içinde bulunduğu durum, tümüyle absürt olan dünyaya karşı bi kayıtsızlık, bir aldırmazlık hâlidir. Meursault, belli belirsiz bir farkındalık ile, tümüyle her şeye kayıtsız ve her şeyi hemencecik kabullenen bir bireye dönüşmüş görünür. Dönüşüm’ün Gregor Samsa’sı ise, bu absürtlükle bizatihi muhatap olan birisidir. Onun için absürt, yalnızca bir fikir olmakla kalmayıp, içinde bulunduğu durumun ta kendisi olmuştur.
Bununla birlikte, iki eserde de alt-metin aynıdır: Dünya tümüyle absürttür, dünyanın kendisinde bir anlam bulunmamaktadır. Dünyada anlam arayışı ise nafile bir çabadır. Bu alt-metin, iki farklı eserde, iki farklı yoldan verilir: Camus’nün Yabancı’sı, bu anlamsızlığı ve absürdü uzaktan seyreden ve ona karşı kayıtsızlık/ilgisizlik refleksi geliştiren bir eser olarak görülebilir; Kafka’nın Dönüşüm’ü ise bizi bu anlamsızlığın ve absürdün bizzat içine sokar, bir nevi ona bulaştırır. Absürde karşı kayıtsız kalmak, Dönüşüm için pek de mümkün değildir, çünkü artık onun bütünüyle içindesinizdir.
Başkarakterler, Meursault ve Gregor Samsa, bütünüyle birbirlerinden farklı iki karakterdir. Gregor Samsa, (her ne kadar onunla tanışmamız ilkin bir böcek olarak olsa da ve onu insanken hiç tanımamış olsak da) absürt dünyaya motive olmuş ve onun çarkları içinde biteviye dönüp duran bir karakterdedir (öyle ki bir böceğe dönüşmüş olduktan sonra bile, işe gitmeyi/çalışmayı aklından geçirmektedir). Meursault ise bütünüyle absürt olan dünyaya karşı, belli-belirsiz bir farkındalık hâliyle, umursamazlık, kayıtsızlık ve hissizlik geliştirmiştir. Ölüm bile onun için bir şey ifade etmiyordur, ölmekle yaşamak arasında seçim yapmaz, ölmek ya da yaşamda kalmak onun için “fark etmez”. Oysa Gregor Samsa, içinde bulunduğu durumdan kurtulmak ve yaşamak için çırpınır vaziyettedir. Her ne kadar absürdün içine batmış olsa da, içine girilen bu absürdü olağanlaştırmak ve normalleştirmek için elinden ne geliyorsa yapar, absürdü kabullenmekten kaçar.
İki eser için de değişmez olan “absürt” olgusunun kendisidir. Fakat karakterlerin absürt ile olan ilişkisi farklı kurulmuştur. Gerçekte de bu böyledir, her kişi absürt ile bir şekilde muhataptır fakat herkesin onunla geliştirdiği ilişki başka başkadır. Kimisi Gregor Samsa gibi absürdü kabullenmez, dünyaya motivedir ve onun içinde debelenip durur. Kimisi ise Meursault’laşır, dünyaya karşı kayıtsız kalır, ona ilgisizleşir. Bu açıdan, Yabancı’yi ve Dönüşüm’ü birlikte okumak bugün için oldukça anlamlıdır…


Kadir ŞARKI

Dostoyevski-Turgenyev Aşkı !

"Turgenyev bana aşık. Ne adam, ne adam kardeşim! Ben de neredeyse aşık olacağım ona." Bu sözler Dostoyevski'ye ait. 1800'lü yılların ikinci yarısında başlayan bu aşk, kavgalarla örülüp nefretle son bulacaktır...
Dostoyevski-Turgenyev1845 yılında tanıştıklarında Fyodor Mihailoviç Dostoyevski 24, İvan Sergeyeviç Turgenev 25 yaşındaydı.Döneme damgasını vuran büyük edebiyat eleştirmeni Belinski’yi hayran bırakan İnsancıklar’ın yayınlanmasını bekleyen Dostoyevski, Petersburg’ta Rus edebiyat çevrelerine dahil olmanın sarhoşluğu içindedir. Şunları yazar kardeşine: “Turgenyev bana aşık. Ne adam, ne adam kardeşim! Ben de neredeyse aşık olacağım ona. Yetenekli bir ozan, bir aristokrat, yakışıklı, zengin, zeki ve kültürlü bir oğlan. Öyle sanıyorum ki doğa ondan hiçbir şeyi esirgememiş. Üstelik hayran olunacak son derece dürüst bir karakteri var”

ŞÖHRET BAŞINI DÖNDÜRDÜ! 
Turgenyev’se aslında dalgasını geçmektedir bu tuhaf görünümlü Moskovalı genç adamla. Dostoyevski, kardeşine bu mektubu yazdıktan kısa bir süre sonra, Petersburglu yeni tanışları onu bir kabul töreninde dönemin monden güzellerinden bir genç kıza götürür. Genç kız, Dostoyevski’nin eseri üzerine övücü sözler söylemeye hazırlanırken bizimki sararıp sendeleyerek yere yığılır. Bitişik odaya sürükleyip yüzüne kolonya serperek kendine getirirler çiçeği burunda şöhreti.
EDEBİYATIN BURNUNDAKİ SİVİLCE 
Bir süre sonra Dostoyevski’nin ‘bana aşık’ dediği Turgenyev’le ‘yoksulların ince ozanı’ diye nitelediği Nekrassov, bu olay üzerine yenilmez yutulmaz bir yergi yazarlar: “Üzgün yüzlü şövalye Dostoyevski, sevimli palavracı, Edebiyatın burnunda kızaran yeni bir sivilcesin sen. Az sonra Türk sultanı vezirlerini gönderecek sana; Ama sen bir kabul töreninde -Ey günün konusu Efsane!- Ünlü prenslerin arasında Kayan bir yıldız gibi düştün Ve sarışın bir dilberin önünde Kalkık burnunu kırdın”
İki genç meslektaş, daha sonra Annenkov’un da da katılımıyla Dostoyevski hakkında yüz kazırtıcı fıkralar uydurup yaymaya başlar. Ancak, İnsancıklar’ın yazarı buna rağmen onlarla görüşmeyi sürdürür.Kitabının gördüğü beğeniyle ayakları yerden kesilen Dostoyevski’nin kendini dahi sandığı söylentisi de sürekli espiri konusu olmaktadır Petersburg salonlarında. Bir gün bir salon buluşmasında Turgenyev sohbet ettiği arkadaşlarına, taşrada rastladığı kendini dahi sanan bir zavallıyı gülünç çizgilerle resmederken çarşaf gibi bembeyaz kesilen Dostoyevski, öykünün sonunu beklemeden kendini dışarı atar. Yine Turgenyev’in o günlerde ortaya attığı ‘Dostoyevski, İnsancıkların özel bir kenar süsüyle yayımlanmasını istiyormuş’ iddiası genç şöhretin epey alay konusu olmasına yol açar. Normali bilmeyen ruh hali sürekli bir uçtan diğerine savrulan Dostoyevski’nin alınganlığı had safhaya ulaşmıştır. Bir akşam Ogarev, Belinski ve Herzen, Turgenyev’de buluşmuş kağıt oynarken birisinin nükteli bir sözü üzerine hepsinin kahkahayı bastığı anda Dostoyevski eşikte görünür. Bu kahkaha fırtınası onu deliye çevirmiştir. Yine sararıp kalır ve hızla dönerek odadan çıkar. Bir saat sonra Turgenyev onu avluda bulduğunda soğuktan taş kesmiş bir haldedir. “Neyiniz var” sorusunu neredeyse ağlayarak yanıtlar: “Tanrım çekilmez bu! Nerede bulunsam benimle alay ediyorlar. Ben içeri girince nasıl gülmeye başladığınızı gördüm.”Bu dönemde maruz kaldığı alaylar Dostoyevski’de derin izler bırakacaktır. Ömrünün son döneminde yayımladığı Bir Yazarın Günlüğü’nde ‘kısa parmaklı, iri gövdeli, durumunu koruyabilmek için nükteler savuran içi geçmiş beyzade’ diye nitelediği Turgenyev’i ‘hiç bir zaman sevmediğini’ yazacaktır. Turgenyev de bunu doğrular ancak yaptıklarını unutmuş gibidir: “İkimiz de henüz iki genç yazarken o benden nefret ediyordu. Oysa ben onun kinine yol açacak hiçbir şey yapmamıştım. Sonrası Dostoyevski için idamdan son anda kurtuluşu ve Sibirya, Turgenyev içinse Avrupa yılları…Sürgün cezasını tamamlayıp Petersburg’a dönen Dostoyevski, 1866 yılında alacaklıların baskısından bunalır ve yayıncı Stellovski ile akla zarar bir sözleşme imzalayarak soluğu Avrupa’da alır. Yanında götürdüğü parayı kısa sürede Wiesbaden’in kumar salonlarında kaybeder. Aç sefil, çaresiz geçen günlerin sonunda Herzen ve Turgenyev’e birer mektup yazarak borç ister. Herzen yanıt verme gereği bile duymaz. “Sizi tedirgin ettiğim için üzgünüm ve utanıyorum. Bu gün için başvurabileceğim tek kişi sadece sizsiniz ve sonra siz, öbürlerinden çok daha nazik ve zekisiniz. … Sizinle erkek erkeğe konuşuyorum ve sizden yüz taler istiyorum” diye seslendiği Turgenyev, 50 taler gönderir. “Elli taler için teşekkürler, benim çok iyi İvan Sergiyeviç’im” diye yazdığı Turgenyev’e bu borcunu üç haftadan önce ödeyemeyeceğini de belirtir. Ancak bu borcun ödenmesi hayli zaman alacaktır. Yıllar sonra bu kez, yeni evlendiği stenografı Anna Grigoryevna ile çıktığı Avrupa turunda yine oradan oraya savrulup günlerini rulet masalarında tüketirken Baden Baden’de Turgenyev’le karşılaşır. Anna Grigoryevna borcunu unutmadığını göstermesi için Turgenyev’i ziyaret etmesini önerdiğinde hayli bunalsa da bu tavsiyeyi yerine getirir. Turgenyev’in o günlerde yeni çıkmış olan Duman adlı kitabını hiç beğenmemiş, “Eğer Rusya yeryüzünden kalkacak olsa, insanlıkta ne bir boşluk ne de girdap bırakır” cümlesine de fena takmıştır.Buluşmanın başında kopar kavga. Dosotyevski sonradan öyle anlatacaktır o anları: “Daha bir çok şeyin yanı sıra Almanların önünde eğilmemiz gerektiğini söyledi bana. Bütün dünya için tek ortak yol uygarlıkmış, özgül olarak Rus ve bağımsız olan bütün girişimler bayağı ve aptalcaymış. Tüm Slavcılar üzerine makale yazmakta olduğundan söz etti. Daha bir kolay olsun diye kendisine Paris’ten dürbün getirmesini öğütledim. ‘Neden’ dedi. ‘Çünkü çok uzağa gelmişsiniz’ diye karşılık verdim ‘Rusya üzerine çeviriniz dürbünü ve bizi inceleyiniz, yoksa bizi görmek güç gelecek size.’” Görüşme sırasında Dostoyevski Almanlar hakkında ileri geri konuşunca Turgenyev küplere biner: “Bu çeşit konuşmakla bana hakaret ediyorsunuz. Biliniz ki ben buraya temelli yerleştim. Kendimi Alman sayıyorum, Rus değil ve bununla övünüyorum.” Dostoyevski, ‘yozlaşmış soylu’ diye nitelediği ev sahibini öfkeden kudurtmuş olmaktan kıvanç duyarak tamamlar bu ziyareti. Daha sonra şöyle yazacaktır: “Turgenyev yabancı ülkede kuruyor, yeteneğini yitiriyor. Ben Almanlaşmaktan korkmuyorum çünkü bütün Almanlardan tiksiniyorum…” Dostoyevski, Turgenyev’den intikamını Ecinniler’de onun çok çirkin bir karikatürünü çizerek alır. Kitabın alay konusu kahramanlarından birisi olan yazar Karmazinov, ‘Avrupalı bir Rus’tur. Karmazinov’u Turgenyev’e ait anlatılardaki ifadeleri cin gibi bir zekayla tiye alarak tasvir eder: “Ben Alman oldum bundan da onur duyuyorum. İşte yedi yıldır Karlsruhe’de oturuyorum. Geçen yıl belediye kurulu, yeni su borularının döşenmesine karar verdiği vakit, yüreğimin ta derinlerinde duydum ki Karlsruhe sularının kanalizasyon işi, sevgili yurdumun bütün sorunlarından daha önemliydi benim için.” Daha önceki kitaplarında rastlanmayan bir mizah ve ironiyle okurlarını şaşırttığı Ecinniler’de sadece Turgenyev’i değil o dönemin kültürel ve siyasal arenasında önce çıkan bir çok figürü de yerden yere vurur. Bundan nefret ettiği Batı’yı temsil eden şahsiyetlerin tamamı nasibini alır. Mesela ‘büyük bir Amerikan işadamını şöyle anlatır: “O büyük mirasının hepsini fabrikalar kurulması ve uygulamalı bilimlerin öğretilmesi için, iskeletini akademinin öğrencileri için, derisini de gece gündüz Amerikan ulusal marşının çalınacağı bir davul yapılması için bıraktı.” Karmazinov tipiyle karikatürize edilenin kendisi olduğunu herkesten önce anlayan Turgenyev dostlarına şöyle yakınır: “Dostoyevski karikatürden daha bayağı bir şey yapmakta sakınca görmedi. Neçayev’in partisine elverişli K…’nin çizgileri altında beni betimledi. Üstelik alaya almak için bir süre yayımladığı dergiye verdiğim anlatıyı seçmesi de ilgi çekicidir. Oysa bu anlatı için beni kutlama mektuplarıyla minnet ve şükran yağmuruna tutmuştu.” 
Yıllar hızla akıp gider… Dostoyevski Karamazov Kardeşler’i yazmış şöhretin doruğunda bir yazar hatta bir ‘peygamber’dir artık Rusya’da. İki yazar son kez 1880 yazında Puşkin’e Saygı Şenlikleri’nde bir araya gelir. İkisi de birer konuşma yapacaktır. Önce Turgenyev söz alır. Bir gün sonra kürsüye çıkan Dosteyevski o ünlü ‘Puşkin Üzerine Konuşması’nı yapınca salonda adeta fırtınalar kopar. Dostoyevski o anı eşine yazdığı mektupta şöyle anlatır: “İnsanlığın dünya çapında birliği ülküsünü dile getirdiğim zaman bütün salon isteri nöbetine tutulmuş gibiydi. Konuşmam sona erdiğinde coşkunca fırlatılan çığlıkları, haykırışları anlatamam. Birbirini hiç tanımayan dinleyiciler ağlaşıyor, birbirlerini kucaklıyor ve bundan böyle daha iyi insanlar olacaklarına, komşularından nefret edecek yerde, onları seveceklerine yemin ediyorlardı… Örneğin iki yaşlı adam aniden beni durdurup ‘Yirmi yıldır birbirimize düşmandık ama şimdi kucaklaşıp barıştık. Bizi barıştıran sensin, sen bizim azizimiz peygamberimizsin’ dediler… Konuşmamda hakkında birkaç övücü söz söylediğim Turgenyev gözlerinde yaşlarla kendini kollarıma attı. Annenkov koşarak geldi elimi sıktı, omzumdan öptü…. Zafer tam bir zafer.” Ne var ki bu yakınlaşmanın ömrü uzun olmayacaktır. Dostoyevski’nin ölümünden sonra düzenlenen etkinliklere kızan Turgenyev, onu Marquis de Sade’a benzetir: “Bu bizim Sade’mız için bütün Rus piskoposlarının törenler yaptıkları, bu evrensel insanın evrensel sevgisi üzerine vaizlerin vaazlar okuduğu düşünülürse… Garip bir zamanda yaşıyoruz.”
ASIL SORUN DOĞU-BATI ÇEKİŞMESİ 
Ruhu asla asla huzur bulmayan, normali bilmez, aklın ve duyguların sınırında macera arayan Dostoyevski ile hep makul ve mantıklı olmuş Turgenyev her açıdan birbirine zıt iki karakterdir. Birisi ne kadar giyimine özenli, hesabını kitabını bilen her koşulda nazik ve kibar bir asilzade ise diğeri o kadar hırpani, plan tutmaz ne yapacağı asla kestirilemeyen şehirli bir savruktur. Gençlik yıllarındaki hergelelikleri bir yana bırakacak olursak aralarındaki kavga Türk aydınlarını da yıllarca bir birine düşüren Doğu-Batı çekişmesinden öte bir şey değildir. Dostoyevski dünyanın geleceğini Rusya’nın yeniden doğuşunda gören bir Slavcı, Turgenyev’se Batı uygarlığına hayran bir rasyoneldir. Bugün dünya ölçeğindeki şöhreti onu kat kat aşmış olsa da Dostoyevski, hep rakip olarak gördüğü ve edebi mücadele içinde olduğu Turgenyev’den hayli etkilenmiştir. Zira hem Delikanlı’ya hem de Karamazov Kardeşler’e pekala Babalar ve Oğullar adı da verilebilirdi.Sadece etkilenmek değil, kıskançlıktır da söz konusu olan. Derler ki ‘Dostoyevski’nin çevirilerini okuyanlar, Ruslardan daha şanslıdır.’ Onun orijinal metinlerinin anlatım bozukluklarıyla dolu olduğu hep söylenegelmiştir. Bu eleştirilere yanıt verirken bile Turgenyev’e çatmaktan geri kalmaz. “Ne şartlar altında çalıştığımı bir görseler. Benden kusursuz şaheserler bekliyorlar. Oysa ban en acı, en sefil sıkıntılar yüzünden alelacele yazmak zorundayım” diye dert yanarken malikanelerinde rahat bir şekilde oturup cümlelerini tekrar tekrar düzenleyip düzeltmeye fırsat bulabilen Turgenyev'e lanetler yağdırır.

Kadir Şarkı

Suç Ve Ceza Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

kÜnlü, Rus Roman yazarı Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, 1821 yılında Moskovada doğmuştur. Annesini çok küçük yaşlarda kaybetmiş olması, eserlerine de yansımıştır.
Suç Ve Ceza Fyodor Mihayloviç DostoyevskiYazdıklarıyla Çar II. Aleksandrı bile etkilemeyi başardı. Yapıtlarının ses getirmesine rağmen, Dostoyevski hayatını yönlendirecek parayı elde edememişti. Bundan sonra özel yaşamında büyük sıkıntılar yaşamaya başladı, sürgünden sonra sara nöbetlerinden de ve diğer hastalıklarından bir türlü kurtulamamıştı ancak bu dönem, onun Karamazov Kardeşler, Ecinniler, Suç ve Ceza gibi en ünlü eserlerini kaleme aldığı dönem oldu. 28 Ocak 1881’de bir kanama sonucu hayata gözlerini yumduğu gün ise, Rusya, bu eski mahkum için inanılmaz bir cenaze töreni düzenledi. Psikolojik tahlilleri ile de gönülleri fethetmiş olan bir üstad’ın değeri belki de ölümünden sonra anlaşıldı.Ayrıca Tolstoy Dostoyevski'nin ölüm haberini aldıktan sonra, Rus düşünür ve edebiyat eleştirmeni Nikolay Strahov'a yolladığı mektupta da şöyle yazar: "Onu bir kez olsun görmedim ve onunla hiç konuşmadım ama şimdi ölünce, birden anladım ki, Dostoyevski bana en yakın, en kıymetli, en gerekli insanmış… "Ne güzel demiş ama Yaşar Kemal: "Dostoyevski namında bir Rus'un bir kitabını okudumdu; içinde vücutları ve kalpleri ağrıyanlar benim kanımdan, dinimden, dilimden değildiler. Bir zaman o Rus'un görüp de sevdiğim ve acıdığım o insanlara kendi milletimden daha yakınım.. Kitap yayınladıktan sonra savcı, Dostoyevski hakkında dava açmış. Gerekçesi ise: " Bir caninin ruhsal durumunu bu kadar gerçekçi ve ayrıntılı anlatan bir kişinin geçmişinde kesinlikle bir cinayet saklıdır. " olmuştur. "Ruh çözümlemelerini en iyi şekilde bize yansıtan büyük usta.Sanki.O kadar güzel şekilde anlatıyor ki insan kendinden şüphe ediyor Kahramanımız Bir üniversite öğrencisi ancak yoksulluk peşini bırakmamış ki okulunu dahi bırakmak zorunda kalmış.Hepimizin yüreğinde bir katilden ziyade tuhaf şekilde kahraman olan Raskolnikov, roman boyunca bizlere işlediği suçun psikolojik yönüyle onun dayanılmaz ahlâki boyutunu anlatmaya çalışır.Tasarladığı cinayeti işleyerek bütün topluma yalnızca süper insanların idealleri uğruna toplumsal bütün kuralları çiğneme yetkisi olmadığını, sıradan insanların da kuralları çiğneme yetkisinin bulunduğunu ispat edecekti. Napolyon gibi süper insan olup gerektiğinde kuraları çiğneme yoluyla toplumu değiştirebildiğini kanıtlamaya çalışmıştır. Tam bu noktada romanın kıvrak zekası bizlere Freud'un id, ego ve süper ego kavramlarını da aynı kıvrak üslupla sunar: Roskolnikov’ un idi, ona tefeci kadını öldürmesini ve parasını çalmasını emreder. Bu eylemin muhakemesi ego sürecinde olur ve süper egosu Roskolnikov’u suçluluk duyguları içerisinde kıvrandırır. İlginçtir, kusursuzdur ve kıymetlidir ki Dostoyevski'nin Raskolnikov'u bunca zeki tasarının sonucunda süper insanların diledikleri zaman kuralları çiğneyenler değil, tıpkı romanın geçtiği Petersburg'un olabildiğince yoksul fakat bütün yoksunluklarına rağmen ahlâki zarureti sımsıkı kavrayıp yaşamayı becermenin yanında zulmün türlüsüne karşı şedit nefreti taşıyan insanlar olduklarını ilan eder. Bu kabul, romanda Raskolnikov'un bütün roman boyunca uğruna savaş verdiği Sonya ile resmedilir. Aynı şekilde bütün yoksul fakat ahlâklılara karşı diğer varsıl fakat ahlâk yoksunu güruhu bir araya getiren de Dostoyevski'nin ısrarla vurguladığı dönemin sınıfsal farklılıklarıdır. Kendisini halksal öze o kadar ait hissetmiştir ki, Dostoyevski'nin şahsiyetini temsil eden Raskolnikov, gerçek yaşamda da Dostoyevski'nin oturduğu evin yalnızca birkaç ev ötesinde resmedilip sunulmuştur. Dostoyevski bizim hem iyi hem kötü olduğumuzu çırılçıplak bir biçimde gösterdi. Bir çok kez okuduğum bir kitap ve bir çok kez defa okumaya devam edeceğim.
SUÇ VE CEZA 
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 
687 Sayfa 
Puan
★★★★★
 Yorumlayan Kadir Şarkı

Gizli Ordular Emrullah Tekin

İngilizlerin Lawrence ı varsa Almanlarında meşhur Wassmuss’u var.
Ayrıca orta doğuda bir çok yerde Lawrence i mat eden Niedermayerden de bahsetmiş. Birinci dünya savaşı ve ikinci dünya savaşında Almanların casusluk faliyetleri yalın bir dil ile anlatılmış. İşlerine geldiklerinde Türkiye de kafkasyada üstlendikleri Panislamizm ve panturanzim faliyetlerini destekleklemeleri işlerine gelmediklerinde Kafkas Türklerini nasıl kışkırttıkları ortaya çıkıyor. 
Von der goltz paşadan sonra gelen alman elçisi Franz von papenin faliyetleri ve walter nikolayın gözünden bir kısım Türkiye anlatılmış. Daha sonra 2. Dünya savaşında almanyanın yanında savaşa girilmesi için yapılan entirakalardan bahsetmiş.Güzel kitap tavsiye ederim tarih kitabı sevenler hiç zorlanmayacaktır yazım dili çok iyi.
GİZLİ ORDULAR
Emrullah Tekin
Kamer Yayınevi
190 Sayfa
Puan 
★★★★★ 
Yorumlayan Kadir Şarkı     

Dönüşüm Franz Kafka

Kafka günümüz toplumunda insanların maddi güvence peşinde koşarken farkında olmadan kendilerini nasıl bir böceğe dönüştürdüklerini betimlemiş eserinde. 
Dönüşüm Franz Kafka
Gregor kendini sadece iş hayatıyla sınırladığı için kendine ve topluma yabancılaşıyor, bir sabah uyandığında kendini böceğe dönüşmüş olarak buluyor. Ancak Gregor bu durumda bile işe nasıl gideceğini düşünüyor, yani eserdeki ironi burada başlıyor. 
Günümüz toplumunda her şeyin, aile ilişkilerinin bile paraya dayandığı gözler önüne seriliyor. İşe yaramayan kişi kardeş de olsa evlat da olsa yük olarak görülüyor. Gregor da böceğe dönüşüp çalışamaz duruma gelince ailesi tarafından sömürülecek bir yanı kalmadığından çöpe atılması gerekiyor. Gregor böceğe değil de kedi veya köpeğe dönüşseydi ailesi belki de ondan bu kadar nefret etmeyecekti. Çünkü kedi köpek insanlara sevimli gelen hayvanlardır. Böcek ise insanların korkup kaçtığı sevmediği bir hayvandır. Bu durum da günümüzde insanların başkalarını sadece dış görünüşlerine, ünvanlarına, statülerine göre değerlendirip gerçekte kim olduklarına bakmamaları durumuyla özdeşleşir. Kısacası Kafka öyküsü boyunca modern toplumun insanı nasıl böceğe dönüştürdüğünü ve insan doğasının ne kadar bencil olduğunu betimliyor. Gregor gibi başkaları için kendi hayatından fedakarlık yapan insanlar daha çok ezilir, daha değersiz görülür.
Herkesin okuyup anlayabileceği bir öykü olmadığını düşünüyorum. Kapitalizm, varoluşçuluk felsefesi, absürd ve modern edebiyat hakkında bilgisi olan okurlara tavsiye edilebilecel bir eser.

Dönüşüm
Franz Kafka
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
74 sayfa
Puan 
★★★★★ 
Yorumlayan Kadir Şarkı

Şeker Portakalı Jose Mauro De Vasconcelos

Çocuk olmak mı zor, fakir olmak mı zor? Yoksa yoksul bir ailede çocuk olmak mı zor? 
Şeker Portakalı Jose Mauro De Vasconcelos
Şeker Portakalını daha önce okumuştum. ama sadece okumak içindi. şimdi daha iyi anladım ama şimdi de bu soruların cevabını veremiyorum. Çocuk olmak mı zor, fakir olmak mı zor? Yoksa yoksul bir ailede çocuk olmak mı zor? Anlaması güç Zeze ise bir çocuk değil 5 yaşında olgun bir adam, okuyun derim...
KİTAP TANITIMINDAN
Yazarlıkta karar kılıncaya kadar, boks antrenörlüğünden ressam ve heykeltıraşlara modellik yapmaya, muz plantasyonlarında hamallıktan gece kulüplerinde garsonluğa kadar çeşitli işlerde çalışan Jose Mauro de Vasconcelos'un başyapıtı Şeker Portakalı, "günün birinde acıyı keşfeden küçük bir çocuğun öyküsü"dür. Çok yoksul bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen, dokuz yaşında yüzme öğrenirken bir gün yüzme şampiyonu olmanın hayalini kuran Vasconcelos'un çocukluğundan derin izler taşıyan Şeker Portakalı, yaşamın beklenmedik değişimleri karşısında büyük sarsıntılar yaşayan küçük Zeze'nin başından geçenleri anlatır. 
Vasconcelos, tam on iki günde yazdığı bu romanı "yirmi yıldan fazla bir zaman yüreğinde taşıdığını" söyler. Aydın Emeç'in, güzel Türkçesiyle dilimize armağan ettiği Şeker Portakalı'nın başkahramanı Zeze'nin büyüdükçe yaşadığı serüvenleri, yazarın Güneşi Uyandıralım ve Delifişek adlı romanlarında izleyebilirsiniz.
Şeker Portakalı 
Jose Mauro De Vasconcelos
CAN YAYINLARI 
200 Sayfa 
Puan 
★★★★★ 
Yorumlayan Kadir ŞARKI

Yabancı Albert Camus

Camus ve Sartre’ın isimleri çoğunlukla birlikte anılır. İkisi de Edebiyat dalında Nobel kazanmıştır. Sartre daha yaşlı olmasına rağmen, Camus daha erken erişmiştir bu ödüle. 
Yabancı Albert CamusEdebiyat denilince Camus’yu kıyas götürmeyecek şekilde farklı bir yere koyarım ben. Benim nazarımda Camus, birkaç gömlek üstündür Sartre’dan.“Yabancı” bizim ülkemizde de çok okunan eserlerden biridir. Ve genel çerçevede, bizdeki edebiyat çevrelerince idam karşıtı en sert romanların başında kabul edilir. Zira romanda polisin ve adli mekanizmanın berbatlığı, her an hata yapmaya müsait yapısı çok güzel verilmiş. Bu bile idam karşıtı olmak için yeterli olabilir. Spoiler vermemeye çalışarak biraz açalım.Romanın özeti; anti-sosyal, Meursault adında bir Fransız basit bir olay sonunda bir Cezayirli Arap’ı öldürür. Yargılamanın sonucunda İdama mahkum edilir.
Bu yargılama sürecinde, Meursault’nun anti sosyalliği, annesinin ölümüne ve hayatında cereyan eden tüm olaylara karşı umursamaz, bir absürtlük sınırına varacak denli kayıtsız-tepkisiz olması çok güzel verilmiş. Hatta savcı, Meursault’yu Arap’ı öldürdüğünden çok, bu kayıtsızlığından dolayı suçlar. Mahkeme adeta bu sorumsuzluğun-tepkisizliğin yargılanmasıdır.Dikkatimi çeken romanın her aşamasında ölen kişinin sıradan bir Arap olarak küçümseniyor olması, herkese adıyla seslenilirken maktulün adının olmayıp sadece -Arap- olmasıydı. Bu durum okurda, katilin idamına karşı bir direnç, ortada maddi bir hata var, hissi uyandırıyor. En azından bende böyle oldu.
Bir Arap okurun “Camus, sömürge Cezayir’inde bir Arap’ın, hele de bir Fransız’ı bıçaklamış olanının, öldürülmesi suç sayılmadığı halde, böyle hayali bir mahkeme kurup, sömürgeci Fransa’yı, olmayan özellikler uydurup, temize çıkarmakla” suçlaması, devamında “Camus’nun Cezayirli olmasını saçma bulup doğduğu, büyüdüğü toprakların dilleri olan Arapça ya da Berberice konuşamayan Cezayirli mi olur, o kolonyalist, ortalama bir Fransız’dan başka bir şey değildi ve Cezayir bağımsızlık hareketine mesafeli bir Parislidir,” yazmış olmasıydı.mİşin siyasal yanını bir kenara koyuyorum.nHiç kuşku yok ki, bu eser farklı okuma biçimleriyle yorumlanabilecek kült bir eserdir. Varoluşcu okumalarla yapılan değerlendirmelerde “yabancı” Meursault’dur. Bizim edebiyat çevrelerimizde de, Z.Demirkubuz’un bu eserden hareketle yaptığı “Yazgı” filminde de “yabancı” olarak Musa’ya vurgu yapılır.Bu romanın “yabancı”sı bir ismi olmayan Arap’tır. Meursault’un ateş ettiği bu isimsiz Arap, bir insan değil, kendi içindeki arzudur. Bu öldürmek istediği arzu, anneye duyulan arzudur. Yoksa, her şeyi saçma bulup sorumsuz-tepkisiz olan Meursault, bu denli tepkiyle ve üst üste ateş eder miydi? Ölen insan için, tüm dile getirildiği mahkeme boyunca, bir kez bile üzülmemiş olması nasıl açıklanabilir? Hem mahkemede hem çevresinde bu şekilde yargılanması ancak böyle bir değerlendirmeyle anlam kazanır. İyi Okumalar...
Yabancı 
Albert Camus
CAN YAYINLARI 
111Sayfa 
Puan 
★★★★★ 
Yorumlayan Kadir ŞARKI

Kırmızı Pazartesi Gabriel Garcia Marouez

Gabriel Garcia Marquez Kırmızı Pazartesi adlı eserinde; göz göre göre işlenen bir namus cinayetini farklı bir tarzda ele alıyor. 
Bu cinayeti herkesin bilmesine rağmen sadece öldürülecek kişi olan Santiago Nasar bilmemektir. Ve birçok tesadüfün üst üste gelmesi sonucu Nasar, öldürüleceğinden bir türlü haberdar edilemiyor. Aslına bakılırsa bizim toplumumuz için pek de yabancı olmadığımız bir olaylar silsilesi. Özellikle "kan davası" dediğimiz bu olayda herkes davalıların birbirini öldüreceğini bilir. Davalı hapisten çıkar ve öldürüleceğini bilir. Bunu ailenin tamamı bilir. Hatta öldürülmezse aileden dışlanır. Bu dışlanmaya maruz kalmamak ve kanını yerde bırakmamak için zorunlu bir katil olarak cinayeti işler. Bu ardı sıra birbirini izleyen zincir gibidir. Kırmızı Pazartesi'nde de herkes duruma vakıftır. Bizim toplumumuzdakinden farklı olarak öldürülecek kişi -Santiago Nasar- bundan bihaberdir. Gabriel Garcia Marquez'in çocukluğunda tanık olduğunu bir cinayeti bu şekilde romanlaştırmıştır. 
Yazar, bu cinayet işlenmeden önce öldürülecek kişi olan Santiago Nasar'ın masumiyetine dair bölüm açmamış ve Angela Vicario'yu bu suçlamasında aklamıştır. Santiago Nasar'a duyulan acıma duygusu, tüm şiddetiyle Angela Vicario'ya nefret tohumları serpmiştir.Nobel Edebiyat Ödülü almış kitap, toplumun birey üzerindeki etkilerini çarpıcı bir şekilde okura yansıtmayı başarmış.
Kırmızı Pazartesi 
Gabriel Garcia Marouez
Türkiye İş Bankası
77 Sayfa 
Puan 
★★★★★ 
Yorumlayan Kadir ŞARKI

Kuyucaklı Yusuf Sebahattin Ali

Türk edebiyatının en önemli eserlerinden birisi olan Kuyucaklı Yusuf, "1903 senesi sonbaharında ve yağmurlu bir gecede Aydın'ın Nazilli kazasına yakın Kuyucak köyünü eşkıyalar bastılar ve bir karı kocayı öldürdüler." cümlesiyle başlamaktadır. 
Kuyucaklı Yusuf Sebahattin AliSebahattin Ali'nin romantik edebiyat tarzında yazdığı bu roman, 20. yüzyıl başında Edremit'te Yusuf ile Muazzez'in aşkı etrafında gelişmektedir. Bir Anadolu kasabasında eşraf ve bürokrasinin kurduğu adaletsiz düzene romanda geniş yer verilmiş ve bu düzen eleştirilmiştir. Kitap şu şekilde özetlenebilir: 1903 yılında Aydın'ın Kuyucak İlçesinde bir karı kocanın öldürülmesi olayını soruşturmaya giden Nazilli kaymakamı Salahattin Bey, anne babası gözleri önünde katledilmiş olan dokuz yaşındaki oğlu Yusuf'u, evlatlık olarak alıp evine götürür. Salahattin Bey, kendisinden on beş yaş küçük Şahinde Hanım ile evlidir. Hem yaş farkı, hem de mizaç bakımından uyuşmazlık yaşadığı eşiyle zor yürüttüğü ilişkisi, Yusuf'u eve getirmesiyle daha da bozulur. Şahinde, kocasının eve getirdiği bu köylü çocuğunu benimsemez. Yusuf, evin küçük kızı Muazzez ile birlikte, karı koca arasındaki huzursuzluğun içinde büyür. Kaymakam, Yusuf'u eve getirişinden bir yıl sonra Edremit'e atanır; Yusuf evdeki karı-koca kavgalarının getirdiği huzursuzluğa rağmen Edremit'te mutlu bir çocukluk geçirir. On dokuz yaşına gelen Yusuf, bir bayram günü kaymakamın kızı Muazzez'e kasaba eşrafından Hilmi Beyin oğlu Şakir'in sataşması üzerine onunla kavga eder. Bu olay sonucu kasabanın en zengini olan fabrikatör Hilmi Bey'in gücü ile karşı karşıya gelir. Şakir bayramyerindeki olaydan bir süre önce Kübra adında bir genç kıza tecavüz etmiştir. Şakir, babası ve Hacı Ethem Bey'in tertibi ile Kübra ve annesini de kullanarak suçu Yusuf'a yüklemeye çalışır. 
Ancak Kübra'nın itirafı sonucu plan başarısız olur; Yusuf tarafından korunan Kübra ve annesi kaymakamın zeytinliğinde çalışmaya başlar; bu durum Şakir'in Yusuf'a kinini arttırır. İlk defa bir genç kıza gösterdiği ilgi ters karşılanan Şakir, Yusuf'la kavgasından sonra Muazzez'le evlenmek ister. Babası Hilmi Bey, evliliğe kaymakamı ikna etmek için yeni bir plan yapar. Selahattin Bey'i hileli bir kumar oyununa dahil ederek borçlandırır. İmzalattığı senetler karşılığında Muazzez'i oğlu Şakir'e ister. Şahinde Hanım kızını Şakir ile evlendirme düşüncesini sevinçle karşılar ama Selahattin Bey işi sürüncemede bırakır. Kübra'ya Şakir'in tecavüz ettiğini öğrenince borcu ödeyip kızını Şakir'le evlenmekten kurtarmanın yollarını arar. Yusuf, esnaf arkadaşı Ali'den para alarak borcu kapatır ve karşılığında Muazzez'i onunla evlendirmeyi düşünür Muazzez ise Yusuf'u sevdiği için Ali ile evlenmeye yanaşmaz. Yusuf Ali'ye Muazzez'in onunla evlenmek istemediğini söyleyemeyip zeytinliğe kapanır. Evlilik hazırlıklarına başlayan Ali'yi bir arkadaşlarının düğününde Şakir bütün kasabanın gözü önünde öldürür. Güçlüden yana olan kasaba halkı, elbirliği ile bu cinayeti örtbaseder. Şakir'in Muazzez ile evlenme düşüncesi Şahinde Hanım'ın da teşviki ile yeniden canlanır. Bunu öğrenen Yusuf, Muazzzez'i kaçırıp evlenir. Yusuf tahrirat katibi olarak kaymakamlıkta işe girer. Kalbinden rahatsızlanan Salahattin Bey çok geçmeden ölür; yeni atanan Kaymakam İzzet Bey, Şakir ve Hilmi Bey'in oyuncağı gibidir; onların isteğiyle Yusuf'u masa-başı işten alıp süvari tahsildarı yapar. O köy köy gezerken, Muazzez annesinin ısrarları ve paranın cazibesi sonucu eşraf ve bürokratların evlerindeki içki alemlerine katılır; alkole alışır; kendi evlerinde içki alemleri düzenler. Durumdan şüphelenen Yusuf, bir gece habersiz çıkıp gelir. Gördüğü durum karşısında çılgına dönerek, her yana gelişigüzel ateş eder. Yanlışlıkla Muazzez'i vurur, onu yaraladığının farkında olmayarak onu atına atıp kaçırır. Muazzez yolda ölür; Yusuf karısını gömer ve atını dağlara sürer.
Kuyucaklı Yusuf 
Sebahattin Ali
YKY
179 Sayfa 
Puan 
★★★★★ 
Yorumlayan Kadir ŞARKI

Doğu'nun Limanları Amin Maalouf

Hani bazı kitapları okurken öyle etkisinde kalırsınız ki, hem merakınızdan hemen bitsin istersiniz , hem de o kadar zengin ve güzel cümleleri vardır ki, hiç bitmesin, hep sürsün istersiniz. 
Bitirince de sonu belirsizdir o kitabın. Sonunu da siz istediğiniz gibi yazarsınız.İşte Doğunun Limanları da öyle bir kitaptı. aklım 'İsyan' ve 'Clara'nın aşkında takılı kalmıştı."Aşk, el değmemiş olarak kalabilir, heyecan da öyle. Aylar da geçse , yıllar da geçse! "(alıntı)Doğunun Limanlarında , yüreğinizdeki gemi gezinip duracak hikayeyi okurken. 
Kitabın dili öyle akıcı ve zengin ki, elinizden bırakamayacaksınız. "Tünelin ucunda ışık görünmese de , ışık varmış gibi yürümek ve ışığın görüneceğine inanmak gerekir." "Hayat, bıkılacak kadar uzun değil!" Okurken hem umut edecek , hem de İsyan'nın hikayesine isyan edeceksiniz.

Doğu'nun Limanları
Amin Maalouf 
YKY
176 Sayfa 
Puan 
★★★★★ 
Yorumlayan Kadir ŞARKI

Olağanüstü Bir Gece Stefan Zweig

Albert Camus'un Yabancı romanında yarattığı karakter olan Meursault gibi bir karakterimiz onun gibi hissiz fakat olağan üstü gece deki karakterimiz Baron Friedrich Michael von R. bu Hissizliğini nasıl yeneceğini öğrenmiş.
Olağanüstü Bir Gece Stefan Zweig
Bu kitabın notları ya da belki de kitabın kendisi, 1914 sonbaharında Rava-Ruska’da bir Avusturya hafif süvari alayıyla katıldığı çarpışmalarda şehit düşen Baron Friedrich Michael von R.’nin yazı masasında mühürlenmiş bir paketin içinde bulunuyordu. Bir adamın hayatının çok ufak bir bölümünü, tıpkı gökyüzünden bakınca insanların göründüğü gibi bir bölümünü Zweig’ın o eşsiz anlatımıyla okuyoruz. Evet belki uzun bir hayatın yalnızca kısa bir anına görgü tanığı oluyoruz; lakin insanın gökyüzünden bakınca diğer insanları küçük görmesi ama kendini güçlü hissetmesi gibi yaşanılan gerçeklerin de yaşanılan tüm yaşamı anlamlandırdığı bir bölüme tanıklık ediyoruz. Bırakın içinde bulunulan zamanı kendisiyle anlamlı olan konulara bile oldukça duyarsız kalan bir adamın hikayesi. Acı çekmek için dahi yetersiz kalan bir adam. Lakin dışarıdan bakıldığında yapay bir mutluluk sergileyen ve herhangi bir sapma olmadan bu sorunsuz hayatını sürmeye devam eden bir adam. Aslında kitabın final bölümüne gelene kadar günümüzde yaşayan hemen hemen hepimizin kendimizden bir parça gördüğümüz bir hikaye. İçinde bulunduğumuz halet-i vaziyet sanki kitaba tarafımızca aktarılmış. Ama maalesef hepimiz von R. kadar şanslı değiliz. Zira bizim hikayemizde hayatımızı anlamlı kılıp yapmacık mutluluk derimizi atarak gerçek mutluluğumuza ulaşmamız bu kadar kolay olmuyor. Hele hele von R.’nin hayatını değiştirenin 2 serseri delikanlı ve bir genç kız olduğunu düşünecek olursak. 
Aslında Baron’un hayat akışının değişimi sıradan bir Pazar günü istemeyerek de olsa kendisini at yarışlarında bulmasıyla ve burada burjuva ahlakından saparak çok basit bir suç işlemesiyle başlıyor. Tamamen egosuna mağlup olarak işlediği bu beyaz suç Baron’un da hayatının yönünü değiştiriyor. Kendini sorgulamasıyla başlayan içsel savaşı bir eğlence parkının ortasında karanlık bir köşede nihayete eriyor. Sizce de bizim de hayatımızda bir yön değişikliği olur mu? Ben pek sanmıyorum. Nedeniyse gayet basit; baron içsel bir duygu boşluğu yaşıyor. Biz ise ülkesel bir duygu terk edilmişliği yaşıyoruz. Sanırım bizim de asıl problemimiz burada başlıyor…
Olağanüstü Bir Gece 
Stefan Zweig
Türkiye İş Bankası
80 Sayfa 
Puan 
★★★★★ 
Yorumlayan Kadir ŞARKI