The Most/Recent Articles

ilkay coşkun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ilkay coşkun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Yazar Gürdoğan Hicaz'dan Endülüs'te Batı Medeniyetine Eleştiriler Yapıyor

Medeniyet olgusunun ele alındığı her yazıda her kitapta şehirler başat bir değer oluşturur. Medeniyetler daha çok şehirlerle kimlik bulup şehirlerde yaşatılır. 

Ersin Nazif Gürdoğan, Hicaz'dan Endülüs'e
Ersin Nazif Gürdoğan, Hicaz'dan Endülüs'e

Şehirleri değerlendirirken olumlu ve olumsuz yanlarıyla irdelenir. Hem ihtişamı hem de zorlukları ele alınır. Şehirlerin, şehirliyi zenginleştirmesiyle beraber, özellikle büyük kentlerin insanın gönül yanını yok sayabileceği de ihtimal dâhilinde tutulur. Şehirlerin, insan gönlünü zenginleştirmeyi amaç edinmiş adacıklarının yanında, keşmekeşliği, hoyratlığı, trafiği gibi insanı yoran etmenlerde bir realitedir. Bu bağlamda şehir plancılarına, şehrin siluetine, şehrin müdavimlerine yönelik ayrıntılara dikkat çekilir. Özellikle, şehirlerde, insanın bencilliğini büyütecek gayretlerden daha çok, şehirlinin gönlünü zenginleştirecek biçimde, şehirlerin inşa edilmesine yönelik kafa yorulur. Yazarın öngörüsüyle, büyük kentler içinde, ya kaybolur insan ya da kendi iç dünyasını kalabalıklar içinde aramaya koyulur. Şehirler ile şehirliler arasında kuvvetli, sağlam bir bağ olması istenir. İnsanı zenginleştiren, güzelleştiren, istenen bir bağdır bu.

İnsan doğduğundan beridir yollardadır. Az veya çok seyahatlere çıkar. Nesimî’nin dediği gibi; “yeri göğü düzen benim/ geri dönüp bozan benim/ cümle yazı yazan benim/ bu divana sığmazam” Türünden bir hareketliliktir. Kitabın içeriğine değinerek devam edelim. Yazarın seyahat mekânları İstanbul, Hicaz bölgesi, Mekke, Medine, Cidde, Avrupa’nın bilumum kentleri, daha çokta Endülüs-İspanya’dan Kurtuba ve Gırnata yer alır. Gırnata’yı kentlerin gelini olarak görür. Arapçada -güzel şehir- anlamına gelen Kurtuba, kentlerin sultanı olarak bilinir. Seyahatlerle geniş bir coğrafyadaki İslam medeniyetinin merkezleri ve özellikle Endülüs devletinin izleri sürülür. Seyahatte huzur vardır perspektifiyle yol alır yazar. Elbette ki insanlar gezerken gördükleri yerlere, dinledikleri insanlarla yenilenirler. Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve Yedi Güzel Adam arkadaşlığı ve anı-alıntı kesitleriyle düşünce ve bakış açısı genişletilir. Gezi ve anı karışımı bu kitap, “Hicaz, İngiltere ve Endülüs” yazı bölümleriyle kırk dokuz yazı ve yüz yetmiş dört sayfa hacmindedir. Seküler dünyanın, soyut değerlere inanma ve bağlanma gücünü büyük ölçüde yitirdiği vurgulanır. Karışmış bir akılda ve allak bullak olmuş bir zihinle doğru istikamet bulunamayacağının altı çizilir. Maalesef ki Endülüs’te, Avrupa Rönesans’ının kaynağını oluşturan büyük ve zengin medeniyet, Batılıların eliyle yakılıp yıkılmıştır.

Gemilerini yakan Tarık Bin Ziyad’ın, sekiz asırlık Endülüs medeniyetinin yıkılış hüznünü taşıyoruz biz. Orta Çağ skolâstiğinin ortasında, güngörmüş bir medeniyeti anıyoruz. İbni Arabî’nin Endülüs’ün Mursiye şehrinde ki doğum hediyesini, varisini taşıyoruz. Viyana önlerine gidişlerimizden önce, 1492’de Endülüs’ten, Avrupa’dan dönüşümüzün burukluğunu taşıyoruz. Hüznün, hüzünle yenildiği dünyamızda özgürlüğün olmadığı yerde özgünlük olamıyor, acımanın kardeşi olarak hüzün Endülüs’le devam ediyor maalesef. Akıldaki bütün sorularla, yüreklerde ki bu ıstırap gurbet gibi dokunuyor. Biz Müslümanlar, yürek burukluğu içinde sebep- sonuç korelâsyonunu çok iyi irdelememiz gerekiyor sonuçta. Tutsak olmamayı istemekle olmaz, eylem gerekir anlayışında olmamız gerekiyor.

İhtişamın, güzelliklerin arkasında hep bir fanilik ve geçicilik vardır. Önemli olan eşyanın gerisinde ki manadır. İnsan, dünyanın peşinden koşmaz, dünya, insanın arkasından gelmelidir düsturuyla, felsefesiyle dünyaya, kâinata bakan bir medeniyetin varisleri olarak ayakta durmalıyız. Allah dışında galip yoktur anlayışımızla, yenmek ve yenilmek gayretimizin içerisindedir. “Kim ki Allah’a sahiptir, o neden mahrumdur. Kim ki Allah’tan mahrumdur, o neye sahiptir” diyen Necip Fazıl’ın bahsettiği düsturdur bu. Yeri gelince de Tarık Bin Ziyad gibi geri dönmemecesine gemileri yakmaktır bir yerde. Gemileri yakmayanlar, yakmadıkları gemilerin büyülerinden kurtulamayacaklardır.

İnsanı çıkarsanız, şehirler beton yığınlarıyla kalakalırlar. Önemli olan insanın mutluluğudur, zenginleşmesidir. İnsanın hem kendini hem de yaşadığı ortamı tanıma büyüsünde yol alan bir zenginliktir bu. Pervasız tüketime, gösterişe hep bir itiraz vardır. Serzeniş, ekonominin istismar aracı olan tüketim çılgınlığıdır. Bu hastalıklı duruma düşen medeniyetlerin yıkılışları kaçınılmazdır. Ama her şeye rağmen, yazarın ifadesiyle, savurganlığın, gösterişin önü, derin düşünmesini, yalın yaşamasını bilenlerce kesilecektir. Bu bağlamda seküler anlayışlara, açgözlülüğün iktidarı olan kapitalizme hep bir itiraz vardır. Kendi kültürlerini zenginleştiremeyen toplumlar, ekonomilerini zenginleştiremeyeceklerdir bir taraftan.

Ruhu olmayan büyüklerin kazancı hep geçicidir. Allah, önünde her varı yok görmeyenlerin var olamayacağı anlayışı, Müslüman bakışının bir dibacesidir. Müslüman-İslam Medeniyeti; dokunduğu şehirleri güzelleştiren anlayışa sahiptir. 

Hatta yazarın ifadesiyle “bir ülke, bir kere bile de olsa Müslümanların yönetiminde kalmışsa, o ülke kutsal kültürün ülkesidir” Günümüzde ve dahi üç yüz senedir dünya düzeni normlarını belirleyen İslam-Müslüman dışı güçler olsa da Müslümanların her daim insanlığa söyleyecek sözleri, çözüm önerileri hep olmuştur ve olacaktır.

Medeniyetlerin inşasında, bilgi ve bilgelik bir vasıtadır. Bilgi ve bilgelik, yüzyılların içerisinde elde edilen bir olgudur. Hayatı anlamlı ve yaşanır kılan bilgi ve bilgeliğin vatanı yoktur. Bu aydınlıkta medeniyetler inşa olur. Uygulamasız bilgi, bilgisiz uygulama olmayacağı da bir gerçektir. Arzulanan, istenen hep bir uzun soluklu, kalıcı bir medeniyet tasavvurudur. Gösterişe dönüşmeyen güzellikte aranılan büyük bir medeniyet tasavvurudur bu. Aklı önceleyen felsefe, aklı tek başına yeterli görmez. İnsanlar sadece akıllarıyla değil, gönülleriyle de düşünmelidirler. Bu bilgi ve gönül ortamında hikmeti arayan arifane bir bakışla sonuca ulaşılır.

Yazar, batı medeniyetine eleştirilerini hep yapar. Üç yüz yıllık sanayi toplumunu kuran batının, teknik ve bilgi birikiminin bilgelikten yoksun olduğunu belirtir. Batının temellerini oluşturan seküler kültürün büyüttüğü teknik bilgi birikimi içinde maneviyatın olmadığına vurgu yapar. Medeniyet kurmada aklı, yüreği ve kutsalları öncelemek gerekir. Yazarın dediği gibi; “dünyayı kurtaracak olanlar, aklı yalnızca başlarında olanlar değil, aklı aynı zamanda gönlünde olanlardır. Onlar bir kutsal kitap gibi hem konuşur, hem de susarlar” Sonuçta her bir gaza, güttüğü davadan alacaktır kuvvetini. Gayret kuşağının belimizde hep takılı olmasından başka çaremiz gözükmüyor. İbn Battûta gibi gayret sahibi olmak gerekiyor. Son olarak yazar kitabın final cümlesinde şunu söyleyerek istikameti gösterir; “yeni dünyada Batılılaşma değil, Doğululaşma tartışılıyor”

İlkay Coşkun / Okuyorum.org

Göç Divanı'nda Göç Kuşlarla Simgeselleşmiş

"Göç Divanı" Şair Yunus Karakoyun'un ilk şiir kitabı. Şiirden Yayıncılık aracılığıyla Kasım 2018’de okurlarıyla buluşturulmuş.

Göç Divanı, Şair Yunus Karakoyun
Göç Divanı, Şair Yunus Karakoyun

Kırk civarında şiirin yer aldığı kitap, kırk sekiz sayfa hacmindedir. Şiirlerin birçoğu kısadır ve yalın bir anlatımla ele alınmış. Şiirlerde ki dinginlik, şiirlerin sesi ve şiirlerin derinliği okurun keyif alarak okumasına üçlü bir sacayağı oluşturmuş adeta. Şair, şiirin yüksek sesinden ziyade, dinginlikle sözünü yükseltmeyi tercih etmiştir. Kitap ismimden de anlaşıldığı üzere, göç olgusunun merkeze alındığı görülmektedir. "Martı, yaralı kuş, tahta bavullu kadın, yer/yüzü, yol, kıyı" gibi birçok şiirde bu böyledir.

Şair, göç temasını; “kuşlar, anne, çocuk, yalnızlık, acı ve acıları artıran gece” üzerinden etkili bir çağrışımla ele alıyor. Bunlarla beraber şair, şiir olgusunu da izleğinde etkili bir şekilde ele alıp diyeceklerini sıralıyor. Mesela “Yaralı Kuş” şirinin son bölümü şöyledir. “…Açmam bir daha şiirden ayrılık/ kelimelerim örtsün çıplaklığımı/ sonra bir uzun yol senin içinde/ koyulsun benden sana kervan” (sayfa 14) Başka bir şiirinde, “soğuk/ uzun bir kış masalı/ yağmur sonrası/ taze şiir kokusu…” (sayfa 17) Bu şiirler de olduğu gibi birçok yerde şiire dikkat çeker ve şiirin gücüne inanır. Şiirlerin, sorgulama hakkı hep diridir. Hümanizmle; edebiyat ve şiir bağdaşır ve iç içedir. Şiirlerle itiraz hakkı da bakidir. Özgürce yaşama tercihinde bulunur. Dostoyevski’nin “eğer kirli bir ırmağı içine alırsan bozulmadan kalabilmen için deniz olmalısın” Bakışındaki gibi geniş bir kapsayıcılık halidir bu. Nasıl ki suya, denize ecel gelmiyorsa, sevgiyle yoğrulan böyle bir güç birlikteliği de ilelebet hayatiyetini sürdürecektir.

Göç, kuşlarla simgeselleştirilmiştir. En hafif haliyle göç, özlemi, hasreti, vuslatı imler. Savaşlarla, zorlamalarla beraber şiir, sınırları kaldırılacağı, sınırların militarizasyonuna set olabileceği inancını taşır. Şiir, gücü elinde tutan, devletlerin siyasetine angaje olmayan güçlerin en önemlilerinden birisidir. Şiir, toplumların psiko-sosyal zihniyet değişimlerine olumlu cihetteki katkısını yapacaktır muhakkak. Günümüzde ve gelecekte göç olgusu her ne şekil de değişikliğe uğrasa da, İbn-i Haldun’un dediği gibi, “geçmiş ve gelecek su gibidir birbirine benzer” Şeklindeki zamanın tekrarı; acıları, zulümleri, zorlukları değiştirmiyor, insanlığın yeterli dersi almasına imkân sağlamıyor maalesef. Dostoyevski yaklaşımında ki su benzetmesi bunun gibi güç olgusu da geçmişten bu günümüze ve gelecekte de devam edecektir ama en azından göçün zararlı etkilerini azaltmak ve yıkıcılığını bertaraf etmek, insanlığın baş görevlerinden olması gerek. Son yıllardaki savaşlarla beraber mülteci, sığınmacı, göçmen ve diğer zorunlu göç olguları, hayatın diyalektiğinde fazlasıyla yer almaya başladı. Birçok ülke vatandaşının, direk veya dolaylı olarak hayatının etki alanına bu konular fazlasıyla dâhil oldu. İş, aş ve daha iyi şartlar gerekçesiyle istek dâhilinde olan yurt içi ve yurt dışı göçlerde buna dâhildir. Özellikle zorunlu göçlerin yoksulluğu artırdığı, varsılla arasındaki dengesizliği daha da uçurumlaştırdığı görülmektedir. Geri dönüşlü seyahatlerin insanı yenilemesi, merak duygusunu törpülemesinin yanında göç, bütün olumsuzluklarıyla hayatiyetini sürdürüyor. Maalesef ki insanlığın bir gemi misali yara alarak her bir tarafından su alması devam ediyor. Günümüzde kapitalizmin, güç odaklarının para ile emekçi dövdüğü ve uzun gölgeli günahlarının içinde boğduğu bir durumu çokça yaşıyoruz maalesef.

“-Hay/ali”, “-yer/yüzüne”, “kendini arıyordu/ -ödünç” Örneklerinde olduğu gibi (/) kesme veya satırbaşı kullanımları, kelimelere farklı çağrışımların yüklenmesine sebebiyet vermiştir. Ayrıca bazı kelime önlerinde kullanılan (-) çizgi işaretiyle farklı çağrışımların hedeflendiği gözlenmektedir. İlgili kelime veya hece hem üstteki kelimeyle birlikte, hem de tek başına, nefeslenerek kullanımı, okurun farklı tatlar almasını sağlamaktadır. Ayrıca Hz. Ali’ye, Yunus’a, Cemal Süreya’ya şiirlerde dikkat çekilmesi, göndermelerde bulunulması dikkat çekicidir. İzninizle, beğenimi cezbeden şiirlerden bir parça buraya taşımak istiyorum.

…evi yok/ hiçliğin kıyısında yaşamak

Yalnızlığı, sükûneti; dinginlik içerisinde anlatabilmek çok zor olamasa gerek ama kalabalığı, yaşama direncini, vahşi kapitalizmi asude bir dille ele alıp anlatabilmek maharet olsa gerek. Hele hele birkaç neslin göçle beraber maruz kaldığı olağanüstü değişimleri dinginlikle mısralara dökebilmek, arifane bir bakış açısı olsa gerek. Şems-i Tebrizî’nin güzel bir sözü var, hatırlayalım. “Derdini sade anlatan adam dertlidir, güzel anlatan edebiyatçı, hâliyle anlatan âşık, tebessümüyle örten ariftir” Dediği gibi, şair örtmez ama dinginlikle şiirlerini yazar. Şairin bu bağlamda arifane bir bakış açısında olduğunu söyleyebiliriz. Tam tekmil bir derviş gibi asude bir yaklaşımla şiirlerini örer adeta. Şairin, beğenerek okuduğum şiirlerinden bir tanesiyle yazımı sonlandırayım. “Taşa Yazılmış Şiir” /”bir abdaldan hatıra/ taşa yazılmış şiir/ çizip üstünü sessizliğin/ darılma elimden gelen bu// bir uzak yer/ kuşların büyüttüğü yalnızlık/ geceye düşüyor gölgesi/ eşkal-i bulanık (hu) sesleri/ sonrası/ nar gibi dünya” (sayfa 29)

İlkay Coşkun / Okuyorum.org

Naneli Şeker'in Özünde Sevgi Var

Naneli Şeker Yazar Hatice Eğilmez Kaya'nın deneme kitabı. Yirmiye yakın yazı, yüz sayfa hacminde bir eser. Kitap ismi "Naneli Şeker" sıcaklığıyla dikkat çekiyor. 

Naneli Şeker, Hatice Eğilmez Kaya
Naneli Şeker, Hatice Eğilmez Kaya

Yazar, kitap ismini verirken hangi düşüncelerle hareket ettiğini bilmiyorum tabi ki. Dikkat çekici olmasının yanında kitabın içinde yer alan en çok beğendiği yazısı olduğu için de olabilir. Rüya, anahtar, naneli şeker, gurbet, kurtuluş, kar, kayıp şiir, sevgi, ölüm gibi temalarla beraber tasavvuf, sufilik, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Ma’rifetnâme’si, Şeyh Bedreddin, Ahmet Muhip Dıranas’ın Olvido’su ve Yahya Kemal gibi önemli kişilikler yazıların konularını oluşturmaktadır. Yazarın; tasavvuf, sufilik konularında özel çalışmaları olduğu görülmektedir.

"Naneli Şeker”in özünde, dibacesinde sevgi var. Bu sevgiyi bayraklaştırmış Pir-i Anadolu'dan Derviş Yunus, Hz. Mevlana gibi büyük değerler var. İdeolojiler üstü bir yaklaşımla sevgiyi şiar edinmiş değerlerimizdir anlatılanlar. İlahî aşka, sevgiye götüren bilimum beşeri sevgilerde hayatın içerisinde alıcılarını bekleyen, arzulayan numuneleridir bunlar. "Mecazi aşk ancak Allah'ı arayan gezginin geçmek zorunda olduğu bir köprüdür" tanımlamasıyla esas gidilmesi gereken istikamet çiziliyor.Yazar, yazılarının bir kısmında öğrencileri, okul hayatı üzerinden örneklemelerle girizgâhta bulunuyor. "Ödevini yapmamış yaramaz bir öğrencinin tahtaya kalkmaktan korkmasına benzeyen bu acınası endişe, ölümün bizleri korkutan yüzüdür" gibi yazılarda yer alıyor. Daha çokta yaşadığı bir olay üzerinden yazısını şekillendirmektedir yazar. Hafif ve buruk tadı ile serinleten naneli şeker tanımlamasında olduğu gibi hayatlar yaşanıyor. Bu anlatılmak istenen hayatın zühd hali değildir sadece ama dünyaya bağlanmaktaki tercih de sorgulanıyor. Ortak duyuş, düşünüş ile asude bahar ülkesinin portresi çiziliyor başka bir yerde.

Yazar ve şair, bütün canlıların, yaşantılarının güzellikler içre olmasını ister. Güçsüzün, ezilmişin yanındaki güçtür. Büyütülen bu güç güçlünün, zalimin karşısında zırh gibidir. Her devirde, her dönemde zarar dahi görse, şikâyetlerini dillendirir ve mücadelesini verir yazar. Masivaya tevessül etmeye meyyal olan insanlık için çıkış noktalarıdır bu çabalar. Bu meyanda feraset, hikmet, irfan değerleri üzerinden dünya nöbetini en güzel şekilde tutup da gitmeyi çerçevelendirir adeta.Yazılarda dikkatimi çeken bazı sözleri, cümleleri paylaşacak olursam; 

Bedenin erimesiyle ruh yok olmaz
Kimi canlıların özgürlükleri ölümleriyle eşanlamlıdır
Hayatımızdaki tercihler azaldıkça tutsaklığımız artar
Ölüm ruhun bedeni kullanmaktan vazgeçmesidir
Bırakıp gitmek tasası, kederli yüzüdür ölümün
Zaman, hayatları öğütür

Hâsılı, naif bir anlatım dili ile vücut bulmuş güzel bir eser. Bilgilenerek, keyif alarak okudum. Kitapta yer alan “Naneli Şeker” yazısının son bölümü ile yazımı hitama erdireyim. “Yaşamak bir yanılsamadan ibaret olmalı. Bir büyük uykudan uyandırıyoruz tek tek. Yediklerimiz, içtiklerimiz hep mi hep yalan… Ne yazık ki birbirinden hoş şekerler de eriyip gidiyorlar vefadan haber etmeden. Avucumun içine düşen o aldatıcı naneli şeker de çoktan bitti. Sayısız hatırlayışı hediye bırakarak. Oysa talihime o düşmüştü benim…”

İlkay Coşkun / Okuyorum.org

Aşkistan Kitabı Üzerine Değiniler

Aşkistan Şair Tarık Torun Bey’in 2015 yılında okurla buluşturduğu şiir kitabı. Yüz kırk sayfa hacminde bir eser. 

Aşkistan, Tarın Torun
Aşkistan, Tarın Torun
Şiirlerinde daha çok hece şiirinin akıcılığını, açık ve yalın anlatımını görüyoruz. Özellikle sesli okumalarda şiirler kulağa daha çok hitap ediyor. Kitabın geneli sesli şiirlerden oluşturulmuş. Şiirlerin geneli, hece şiiri olmasına rağmen farklı şiir kalıplarında, çeşitli şiir denemeleri de okura sunulmakta ve okur şaşırtılmaktadır.

Milli ve manevi değerlerle örülü şiirler, Müslüman Anadolu ve Ortadoğu coğrafyasını daha çok kapsamaktadır. “Hayat kimsenin etrafında dönmez, herkesle beraber yürür” diyen Ahmet Hamdi Tanpınar sözünde olduğu gibi mütevazıdır şiirler. Duygulara hitap etmektedir. Kibir ve benlik duygularından uzakta, arındırılmıştır. Şiirler daha çok aşk, mekân, coğrafya ve sosyal konuları içermektedir. Şiirlerde hep bir coğrafya vurgusu görülmektedir. Bu da şairin eğitiminin coğrafya alanında olmasının bir sonucu olsa gerek.  Konusu ve teması olan şiirler tanımlaması yapsak çokta yanlış olmaz. “Kerbela Ah! Kerbela” “Kan Çiçekleri Bosna” “Afganistan Coğrafyası Al Karanfil” “Uyan Burası Gazze” “Mısır’da Kan Kusar Nil” “Gün Ağarmaz Soma’da” “Mescid-i Aksa” “Güneşle Doğan Iğdır” isimli şiirler bu bağlamda okura bir fikir verecektir.  

İlginç bulduğum “Haykırış” isimli şiirinin bütününde aynı kafiye kullanılmış mesela. “Marmaray” “Apologya” “Neretva” gibi ilginç temalarda şiirlerde mevcut. Şiirin başlığı ve içeriği hep aynı harflerle başlayan, farklı kelimelerle yazılmış şiirler kitaba ayrı bir güzellik katmakta. Örneğin “Gönül Gizemli Güfte” “g” harfiyle başlayan şiiri gibi farklı harflerle başlayan birçok şiiri mevcuttur. Arkaik diyebileceğimiz, günümüzün Türkçesinde az kullanılan tezyin, iştiyak, tefrika, feveran, zebun, ezvac, eyyam, mustazaf, endaze gibi kelimelere azda olsa şiirlerde rastlıyoruz. Bazı şiirler tanınmış şairlerin şiirlerine nazire yazıldığı görülüyor. Şairin değerli gördüğü kişilere atfen yazdığı şiirler ve şiir yarışmalarına katılmış şiirlerde mevcut. En çok sevdiğim birkaç şiiri sizlerle paylaşmak istiyorum. “İki Çizgi Arası” (Sayfa 10) Doğumla başlayıp ölümle sonlanan hayatı ne güzel anlatmış sevgili şair. Bir mısrasında “Ahlakın idesidir Allah korkulu vicdan” demektedir. “Menzilde Güzel Adam (Sayfa 18) şiirinde “Anı oklayan adam yedi güzel gezginler” betimlemesini ne kadar güzel buluşturmuş şiirinde. Diğer bir şiir “Hüzünlenen Öğretmenim” bir bölümünde şair şöyle seslenir; 

Bazen Anadolu’da bir çeşmenin başında/ Selçuklu ve Osmanlı belki de bin yaşında/ bir türbe kenarında ya da mezar taşında/ hüzünlenen öğretmenim/ mum misali erir tenim

Sözü tamama erdirecek olursam. Kitabın en güzel özetini, kitabın ne anlatmak istediğini arka kapak yazısında şair söylemiş esasında. “Sevgili okurum! Sınırları tespit edilemeyen her an büyüyen herkesin arzu ve isteklerine göre şekillenen öyle bir ülkeye sevgili okurum sizleri yolculuk yaptırdım ki giden mesrur gitmeyen mahzundur. Burası ne bir fantastik ne bir ütopik ne de bir somut gerçek mekândır. Burası Allah’ın kuluna her an nazar kıldığı gönül ülkesidir, burası AŞKİSTAN’dır” Yüreğinize sağlık Tarık Torun Hocam. Uzun soluklu daha nice güzel şiirler ve kitaplar dilerim.

İlkay Coşkun / Okuyorum.org

Aşk Medeniyetine Yolculuk'ta İslam, Dil ve Kültür Ele Alınmış

“Aşk Medeniyetine Yolculuk”, Eğitimci-Şair-Yazar Ahmet Sezgin’in tarih şuuru, fetih ruhu, aşk medeniyeti, ruh mayamız, Türkçemiz, kitap, aydın, ana fikrinde onlarca konuyu ele aldığı, yüz atmış sayfa cesametinde bir deneme kitabı.

Aşk Medeniyetine Yolculuk, Ahmet Sezgin
Aşk Medeniyetine Yolculuk, Ahmet Sezgin

"Aşk Medeniyetine Yolculuk" isimli kitapta kültürümüzde, tarihimizde, medeniyetimizde yer almış seçkin değerlerimizin sözlerinden, hayatlarından örnekler verilmektedir. Medeniyetimizi, Anadolu irfanını İslam, dil, kültür süzgecinden geçirip bütüncül bir bakış açısıyla ele almakta.

İdealleri uğruna cefa çekmeyi rahatlığa yeğleyen atalarımız, dava adamı ve edebi kişilikleriyle de tebarüz etmişlerdir. Dillere pelesenk olmuş daha çok sehl-i mümteni örnekler üzerinden konu ele alınmış. Salt hamaset duygularından öte bir bakış açısıdır bu. Üzerimizdeki sorumluluklara dikkat çekilerek çok çalışmamız ve tarihimizin kıymetini bilmemiz gerektiğinin altı çizilmekte. Bezm-i elestten, tarihimizden, dinimizden, dilimizden, kültürümüzden gelen sorumluluklarımız, görevlerimiz madde madde ele alınıyor. İfrat, tefrit, kapitalizm, konformizm, oportünizm, narsizm,  hedonizm, makyavelizm, oryantalizm gibi olumsuz bakış açıları ve aydın sorunu gibi birçok konu etraflıca işlenmektedir. 

“Kutlu bir aşk önünde çağ, selama dursun/ Gerçek hayat, en güzel aşk ve şiir olsun.”

"Aşk Medeniyetine Yolculuk"ta  insanlığın hastalıklarına dikkat çekilmekte ve çözüm noktasında istikamet gösterilmektedir. Ayrıca Üstad Necip Fazıl’ın üzerinde durduğu çeyrek aydın sorununa yazılarda değinilmektedir. Haz ve hızda huzur arayanlar, ruhun yolunu tıkayan huzursuz zavallılar olarak görülüyor. Merhum Nuri Pakdil’in “içe bakış, dehşetli hazinedir” sözündeki gibi sık sık içe bakış vurgusu yapılıyor. Kendi kültürüne, tarihine, coğrafyasına yabancı bir nesli edilgen ve özentili olacağı uyarısı yapılmaktadır. İş, dil ve fikir birliğin ipuçları verilmiştir.

Kültürümüzden, medeniyetimizden gelen birikimle Anadolu insanının arif tarafları ve bugünün yaşantısına, insanına karşı eleştiriler etraflıca ele alınıyor. Ne toplumsal bir nostaljizm ne de duygusal ve kişisel romantizmdir bu. İstidada malik olabilmenin şifreleridir bunlar. Tarihimizde yer etmiş güzel örneklerinin yanında bugünün serdengeçtilerine dikkati ve umudu her dem diri tutuluyor eserde. Ayrıca Türkçemiz üzerine de derinlikli tahlillerin yer aldığı konular kaleme alınmıştır. "Aşk medeniyetine yolculuğunuz" daim olsun. İyi okumalar... 

İlkay Coşkun / Okuyorum.org

Nilüfer Zontul Aktaş'ın Kendi Rengini Yaşamak Kitabı Hakkında

Kendi Rengini Yaşamak 2018 yılında, yazarımız Nilüfer Zontul Aktaş'ın okurlarıyla buluşturduğu bir deneme kitabı. 

Nilüfer Zontul Aktaş, Kendi Renginde Yaşamak
Kırk yedi yazı muhteviyatında, yüz yetmiş altı sayfa hacminde bir eser. Yazılar arkaik unsurlardan uzak, akıcı, samimi bir anlatımla kaleme alınmış. Zamanın yorgunluğunu taşımıyor satırlar. Gençler başta olmak üzere geniş bir okur kitlesine hitap ediyor. Çocuklar, aile, anılar, öğretmenlik, eğitim, Kudüs, 28 şubat, sevgi, diğerkâmlık, renkler gibi bir çok farklı konu işlenmiş. Her bir yaşanmışlıkta renkler farklı farklı çizilmiş. Hayatın künhüne vakıf bir bütünlükte mucibince amel arzulanıyor. 

Dökülünce israf olmayan tek şey gözyaşıdır

Ah çocuk, gül yetiştiremediği yerde toprak taş basar bağrına

İnsan biriktirmek, fedakârlıkla mümkündür

Yazar, aforizmalarla, şiirleriyle eserini daha da zenginleştirmiş. Anne ve öğretmen duyarlılığı ön safta yer aldığı açıkça görülüyor. Orta Doğu’da yaşayıp da kalbi yaralı olmamak mümkün mü? Munis Anadolu insanı kültürüyle, manevi ve dini yönüyle ele alınan yazılar da mevcut. Hayatın zorlukları, çabaları, güzellikleri nümayişten, alegorilerden uzakta ele alınıp gerçekçi ifadelerle temellendirildiğini görmekteyiz. Tümevarıma gidişler küçük düşlerle başlamaz mı? Hep daha iyiye hep daha güzele özlem ve düşler taşınıyor. Okuru bol ve bereketli olsun. İyi okumalar. 

İlkay Coşkun / Okuyorum.org

İlkay Coşkun Yazdı: Kalem ve Kağıt

Tabiatı, çevreyi, dünyayı, canlı ve cansız varlıkları soyut ve somut halleriyle gözlem altında bulunduran insan, içe doğma, feyiz ve sezgi hallerini de yaşar. Bu halleri yazıya döken yazar, şair, derlemeci, araştırmacı gibi isimlerle adlandırılır. 

Bu dış alımları süzüp içvarlığında şekillendirip yazıya dökme halidir yaşanılan. Dürtü ve tetiklemeyle harekete geçen bu durum elle tutulur hale gelir. Nesiller arası kültür ve maziye yönelik yaşanmış hadiseler illaki yazılmaya ihtiyaç duyar.

Birikmek ve biriktirmek daha çok ve esaslı yazılar yazdırır yazara. Dolup taşmanın yazmada ki hal-i pürmelâlidir. Okumalarla, hissetme ve dokunmalarla, gözlemlemelerle bu doluluk haline ulaşılır. Kozalanarak çoğalma halidir bu. Doğum hali gibi. Kabuk değiştirme hali gibi vurucu hamlesini yazı ile yapar.

Dile, düş gördürme haliyle kaleme döker yazar ve şair. Melih Cevdet Anday’ın ‘Rahatı Kaçan Ağaç’ şiirinin son dörtlüğünde ‘ona bir kitap vereceğim/ rahatını kaçırmak için/ bir öğrenegörsün aşkı/ ağacı o vakit seyredin/ mısrasında olduğu gibi düşü yaşatır hep.

Yaşanmışlıklar, mistik ve büyülü yan gibi unsurlar yazarı semboller ve imgelerle mücehhez halde ürün inşasında buldurur. Yazma ortamının, altyapısının sağlanmasının bir şartı da son kertede yalnızlık, tek başınalık halini sağlayabilmekte yatıyor. Yalnızlık hali daha çok kendi içinde yaşamayı, daha çok duyumsamayı ve yazıya dökmeği kolaylıyor. Yalnızlık ve özleşme hali yazmayla buluşuyor.

Yoğun bir emek, birçok şeyde olduğu gibi yazmanın da çatısı hükmündedir. Yazmadaki süreğen anlayış, emek ve yazmayı tetikleyen ilham kıvılcımının bir araya gelmesi şeklinde ele alınmaktadır. Bu kavuşmadan sonra vücut bulan ürüne göre yazarların ayrı ayrı biçemleri kendini gösterir.

Düşünen, okuyan, yazan insan daha çok dışını bezemekten geri kalıyor. Maddi anlamda dışını süslemeyi, bezemeyi gereksiz ve anlamsız da bulabiliyor yazar. İç dünyasının düzeniyle hemhal olduğu için dış dünyasında hep bir eksiklikler gözlenebiliyor. İstisnalar dışındaki bu hal yazarın aile hayatında, para ve imkânlara ulaşma hayatında yetersizliklere sebebiyet verebiliyor.

Yazma eyleminden önce çaba, okuma, arama, arınma, sezgi, aşk gibi birçok yardımcı öğe gerekiyor. ‘Yıldızları da güneşleri de devindiren aşktır’ diyen Dante’nin sözünde ki aşk faktörünü önemsemek ve göz önünde bulundurmak ayrıca gerekiyor. Aklın kılavuzluğunda yol alan yazar ve aklın kılavuzluğunu örseleyen şair bu istikamette yolunu almaya devam ediyor.

Kitap okumanın lezzetini tatmış olanlar iyi bilirler. Çok okumak deniz suyu içmek gibidir. İçtikçe susatır ve tekrar içmeye yeltenirsiniz. Geçenlerde okuduğum bir yazıda Bernard Show’un bir sözüne rastladım, şöyle diyor: ‘Eğitimime, okul yüzünden uzunca bir süre ara vermek zorunda kaldım’ şeklinde. Okulun, okul kitaplarının gerek okumaya, gerekse de mesleki yeteneğe bir alt zemin oluşturduğu gerçeğini göz ardı etmeden, olayın bu farklı boyutunun notunu da düşmek istedim.

Yazarlık atölyeleri, şiir atölyesi ve/veya başka adlar altında da isimlendirilen, daha çok okuma ve yazmayı bünyesine alan çalışmalar, faaliyetler uzunca bir zamandır toplumumuz içerisinde hayatiyetini sürdürüyor. Bu alanların, okumayı daha çok sistematiğe sokabilmenin ve yazma noktasında ufak tefek ipuçları verebilmenin gayretleri olarak gözüküyor. Okuma ve yazma, iştiyakı, sistematiği, sabrı, gece sabahlamayı, kıyıyı köşeyi, kütüphanelerde gezmeyi, az konuşmayı çok düşünmeyi önceleyen bir yaşam bütünü. Çok kitap okuma, yazma ateşini harlar. Her okuyan yazmayabilir ama her yazan genellikle okuyanlar arasından çıkar. Nasıl ki zamanı iyi kullanmak medeniyetin şartlarından biriyse, bilgiye ulaşmanın, bilgiyi kullanabilmenin baş araçsalı kitapları da hayatın geneline yayma, medeniyetin olmazsa olmazlarındandır.

Okumanın insan gelişiminde ki karşılığını en güzel Üstad Necip Fazıl Kısakürek özetlemiş. ‘Yeni bir görüş ve duyuş mimarisinin toprak üstünde sarayını kuracak tek vasıta kitaptır’ diyerek. Nasıl ki açılmamış kuşun kanadının genişliği bilinemiyorsa, kitapla buluşmamış insanın da yetenekleri, becerileri tam olarak gün yüzüne çıkmıyor. Sonuçta kitaplar bilgiyi, kültürü, tarihi, yaşanmışlığı, hayali, umutları sayfalarında barındırıyor.

Özellikle son yıllarda kitaba, okumaya yönelik olarak küçük şehirlerde, bazı ilçelerde dâhil kitap fuarlarının düzenlenmesi, modern kütüphanelerin çağın gereklerine, sosyalliğe uyarlanarak faaliyete girmesi gibi birçok olumlu gelişme kitaba, okumaya, yazmaya yönelişi pekâlâ artırmaktadır. Kitap basımı ve okumada ki istatistikî verilerin yanında nicelik ve sayısal çokluğun yanında, nitelik ve kalitenin de masaya yatırıldığı evreleri de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Nicelik boyutundan nitelik boyutuna geçiş, işin estetik boyutuna ve daha iyisine ulaşma gayretlerini körükleyecektir.

Özellikle sunulan imkânların azlığının nice çoklukla boy ölçüşebilir olabilirliğini de tasavvur etmek gerekiyor. Sulak bir ovada kolaylıkla büyüyen bir ağaçla, yamaçlarda, kıraçta büyümeye çalışan bir bodur ağacın kıyaslamasında ki artıları ve eksileri bereketle, dayanıklılıkla ve hatta yerli ve yerlilikle içselleştirmek gerekiyor. Konuyu dağıtmadan bir örnek verecek olursam. Bire otuz veren ithal bir hibrit tohumun yanında bire sekiz on veren yerli bir tohumun kıyaslamasını yaparken sadece orana bakılmaması gerektiği sorusunu kendimize sormamız elzem olacaktır. Kanaatin ve bereketin azda olduğunu da görmek gerekiyor.

Gündelik hayatımızda kitapla alakalı aradığımız istekler değişkenlik gösterebilir. Kitabın pahalı olması, rafta kitabın düzenli durabilmesi, kitabın standart bir kitap cesametinde olması, cepte dahi kitabın taşınabilir olması gibi örnekleri sıralayabiliriz. Kitabı okumaktan ve içeriğinden ziyade gösterişe malzeme yapılması yanlışını maalesef ki görebilmekteyiz. Gerektiği noktası dışında kitabı kuşe kâğıdı gibi üst kalite de basarak israfa yönelme yanlışını maalesef ki görmekteyiz. Ağacın özü kâğıdın ve mürekkebin hakkını da düşünmemiz gerekiyor. Özellikle okumayla, yazmayla, şık kütüphanelerle, kitap fuarlarıyla gelişen güzelliklerin, kâğıt üretim sanayimizin hayata geçmesine vesile olacağı kanaatindeyim.

Bir okur için okurken ki teslimiyeti ve bir yazarın yazılarında ki derinliği aynı çerçevede örtüştürüp kıvama getirmek ve dünya ile yakın ünsiyet kurup, dünya ile yarışır konuma gelmemizin zeminini hazırlayıp, şartları iyileştirmek gerekiyor.

Mübareze: Son Yarım Asır Serencamının Bir Özeti

Yazar Ali Erdal Bey’in Mübareze isimli kitabını ilk elime aldığımda dikkatimi çeken şey, mübareze kelimesinin ne anlama geldiği oldu. Mübareze kelimesinin kısaca anlamı; ‘savaşta, iki veya daha çok savaşçının birbiriyle yaptığı teke tek çarpışma’ olarak tanımlandığını öğrendim. 

Yazar Ali Erdal, mübareze

İsmiyle müsemma, daha çok fikir yazılarını ihtiva eden bir kitap. Kitapta daha çok yer alan biz Müslümanların gayri Müslimlerle, emperyalistlerle, kapitalistlerle yaptığımız ve yapmakta olduğumuz mücadeleler ele alınmakta. Bu bağlamda Mübareze ismi içerikle uyumu yakalamış adeta. Yaklaşık 220 sayfa olan kitap içeriği, ‘Usȗl, İddialar ve Hakikat, Karşı Cepheye Bakış, Karşı Cephenin Söylemlerine Göre, Batı, İslam’ı Bilmemekten ve Son Karar An’ı olarak yedi üst başlık altında ele alınmış. Yazıların çoğunluğu son yıllarda yazılmış. Yazarın, özellikle şahit olduğu son yarım asır serencamının bir özeti gibi. Güncelliği devam eden, birbiriyle rabıtalı konuları içeriyor. 2019 yılında okurlarla buluşturulmuş çiçeği burnunda bir eser. Bahsi geçen bu düşünce zemininde bir araya getirilen metinler dergi sayfalarında kaybolup gitmemesini temin eden kitap bu bağlamda çok daha değerlidir.

Mübareze, kapağında yer alan ‘Yeni Bir Diyalektik’ ibaresinde ‘Fikri, ifadeyi göz önüne serme tarzı’ olarak tanımlarsak, İbn-i Haldun’un ‘İnsan beyni değirmen taşına benzer. İçine yeni bir şeyler atamazsanız, kendi kendini öğütür durur’ felsefi yaklaşımıyla benzeşiyor adeta.

Kitabın muhteviyatını daha iyi kavrayabilmek için kitabın bir nevi ana fikri, özeti konumundaki arka kapak yazısını buraya taşımak istiyorum izninizle.‘ Bizim pusulamız, yaratılıştan beri var olan hakikati gösterir. Bize düşen, İslam düşmanlarının propagandalarına, reklam, tanıtım, bilgilendirme uçurtmalarına kuyruk olmamak. Gizli ve açık telkinleri yutmamak. Yalanlarına kanmamak. üslȗplarına, hinliklerine, güler yüzlerine aldanmamak, tehditlerinden korkmamak. Onları taklit etmemek. Güdümlerine girmemek. Onların kavramlarını, deyimlerini kullanmamak. Tarzlarına, zevklerine uymamak. Sadece dini ifadeleri değil, her şeyi kendi kavramlarımızla, tarzımızla, üslȗbumuzla ifade etmek. Kendi hüviyetimizle, kendi şahsiyetimizle yaşamak. Yazmak, çizmek, konuşmak. Kimseyi hor ve hakir görmeden, kendinden, imanından ve onun meydana getirdiği hayattan ve kültürden emin bir tavır. ‘Ne varsa batıda’ ezikliğinden arınmış, kurtuluşun kendi dünyasında olduğunu bilmenin itminanı. Her zaman ve zeminde haklı olmanın ve fikirde yenilmeyeceğini bilmenin emniyeti’

Adaletsizliği sadece kendi başımıza gelince düşünmeden, beynelmilel bir anlayışı gütmek ve mecburiyet durumdaki dövüşlerimizi hak ve adil çerçeveden icra etmek gerekiyor. Bu hassasiyetin, değerleri muhafaza etmenin ön şartı olduğu bir gerçek muhakkak. Müslüman ülkelerin yüzde atmış gibi petrol kaynaklarının olmasına rağmen özellikle son iki asırdır Müslümanların geri kalmışlığını, sıkıntılarını ve çözüm önerileri bir bir ele alınmış bu eserde. 

Kitabı okurken bir kompozisyon yazısının giriş, gelişme ve sonuç çatısına benzer adımları bu kitapta hissettim. Hastasına teşhis koyup tedavi eden bir doktor gibi adım adım evreler bulunmakta. Bunlardan tek farkı belki de ‘usȗl ve üslup’un girizgâhta kendisine yer bulması ve usȗlsüz vusȗl olmaz anlayışını yansıtması. Esasen usȗl’den ziyade, esas’ı asıl görüyor. Usȗl, esasa gidişte bir yoldur. Yazar, bunu bir yazısında şöyle ele alıyor; ‘Esas değil, usȗl olan demokrasiyi, şehidi ve gazisi olacak bir değer zannedene acımak lazım’ cümlesiyle esas ve usȗle bakışını örneklemiş bir manada. Sonra tespitlerde bulunuyor, itirazlarını sıralıyor.

Müslüman üst kimliğinden, hayat düsturu, Müslüman’ın kutsal değerleri, Ayet ve Hadis ışığında yapılması ve olması gerekenler serimleniyor. Biz Müslümanlar olarak dünyada özne olamadığımız zaman dünyanın yüklemi (eylemi) olamayacağımızın altı çiziliyor. ‘Hesaba çekilmeden, kendinizi hesaba çekin’ hadisi şerifini şiar edinip ‘yiğitlik, hakikati nefse kabul ettirmekte’ esasının kendi evimizin önünü süpürmekten geçtiğinin önceliği gibi.

Ele alınan konuların içeriği olarak, Müslüman’ın duruşu, dünyaya bakışı, gayrimüslimlerin halleri, oyunları, bizlerin sıkıntıları, öğrenilmiş çaresizliklerimiz, çıkmazlarımız, insanlığın çıkmazlarını ve çözüm önerilerini sıralıyor. Burada belki de en can alıcı nokta ‘Müslüman’ın, ak sütün içindeki ak kılı görecek kadar gözü keskin olmalı’ sözü ile dikkati, özeni, ehemmiyeti ve feraset sahibi olmayı bir istikamet olarak belirliyor. Çağımızda mücadele etmemiz gereken ve gerek içimizde yanlış giden gidişatlara gerekse de Siyonizm, kapitalizm gibi İZMlerle mücadele etmemiz gerektiğinin vurgusu yapılmakta. Bunlarla birlikte ‘sistemli topluluk kibri olan ırkçılık’ta mevzuya dâhil ediliyor.

Kanaat edip doymayan emperyalist, kapitalist anlayışı dizginleyecek, bir şeyin çok olmasından ziyade yeterli olmasının yolunu gösterip kanaat değerini yaygınlaştıracak Müslüman’ca bakışa sahip olmak gerekiyor ki yaralara merhem olunabilsin. Bunu sağlamak için sesimizi daha da gürleştirmemiz gerekiyor.

Yine bu eserde ‘yumuşak güç’ olarak kabul gören kültür, sanat ve sanatı mineleyen unsurlar, edebiyat, şiir gibi insanlığın inkişafına yönelik değerleri de ele alıyor yazar. Mesela şiir hakkında şöyle diyor. ‘Şiir olmayan fikir, şiiri yazılamayan düşünce ayakta kalamaz’ başka bir yerde ise ‘şiir, silahları mum gibi eritir. Çünkü şiir nehri, dua denizine dökülür’

Hak ile batılın mücadelesi Hz. Âdem’den beri vardır. Yazar, bunlardan biri olan Nemrut’u örneklendiriyor eserinde. Nemrut’un, varlığına inanmadığı Allah’ı (hâşâ) vurmak için en yüksek bildiği dağdan gökyüzüne ok atması örneğinde olduğu gibi hak ve batılın mücadelesinin tekerrürüne dikkati çekiyor.

İsra Suresi 13. Ayetinde Yüce Yaradan ‘Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık’ Ayetinde, okumak, düşünmek ve çaba göstermenin değerine ve sonuca ulaşmanın yol ve yöntemini bizlere gösteriyor. ‘Abdest müminin silahıdır’ hadisi şerifi bu günlerde korona virüsünden korunma da bir avantaj sağladığı bir gerçek. ‘Evet Silahlanıyoruz’ başlıklı yazı bu anlamda güncelliğini fazlasıyla koruyor.

Bahtiyar Vahapzade’nin ‘Korkarım dünyada bir zaman gele, insanlar yaşaya, insanlık öle’ sözündeki imdat çığlıklarını da görmemiz gerekiyor ki bu bağlamda gardımızı alabilelim.  İslam âleminin her türden sıkıntılarına zorluklarına, işgal altında olmalarına rağmen Müslümanların sözlerinin elbet ki bir gün daha çok dikkate alınacağına inancımız sonsuz. Yetimlik ve üveylik duygusunu bir müddet daha yaşayacağız gibi gözüküyor maalesef. Şeytanlaşmış ecnebi aklının gizil ve muğlâk yanlarını bu gün yeterli derecede göremesek de yarın elbette daha aşikâr bir şekilde göreceğiz. Buhran içerisinde olan insanlığın kurtuluşunda tek çare inancımızın olacağını göreceğiz.

Ayrıca içimizdeki kimi ezikler ‘batı güzellemesi’ ne cevaben, yazar şu tespitlerde bulunuyor. ‘Görüldüğü gibi batı, hiçbir şeyi kontrol edemiyor, disiplin altına alamıyor, iyiye yöneltemiyor. Zaten buhranın temeli de bu ruh eksikliği’ Günümüz dünyasına bakarsak söz de ‘medeni dünya’ denen güçler insanlığın hangi sorununa çare bulmuş sorgulamak gerekiyor. Sorun çözmeyi bir tarafa bırakın, sorunu bir fiil ortaya çıkaran, bu sorunların baş müsebbibi kendileridirler. Sömürgeci, kapitalist, Siyonist anlayış böyle besleniyor maalesef. Yenidünya düzeni çerçevesinde ki anlayışta süreğen uygulama, insanı bir yedek parça mertebesine indirgemesi, iş bölümünde bir cıvatayı sıkacak kadar imkân vermesi sorunsalına karşı Müslümanların verecek bir cevabı elbette ki olacaktır. Sömürgeci, kapitalist yaklaşımlar için en büyük ve etkili karşı duruş, muarız yapı Müslümanlar olacaktır. Bu yüzdendir ki bütün oklar Müslümanların üzerine çevrili.

Sözümü hitame erdirecek olursam. Ölüm bütün canlılar ve insanlar için var. Hasan-ı Basri Hazretlerinin ‘Eğer fakirlik, hastalık ve ölüm olmasaydı insanoğlunun kibirden başı eğilmez olurdu’ sözünün gerçekliğiyle beraber, insanın karar verme mekanizması olan vicdanına bir süreliğine dokunması gerekiyor. ‘Şehvet-i kelam’ denen yani ‘çok söz söyleme’ tuzağına düşmeden, sözü fazla uzatmadan ‘Mübareze’yi keyif alarak okuduğumu söylemek istiyorum.

İlkay Coşkun

Mustafa Uçurum: Çocuk Edebiyatını Çok Önemsiyorum

Şair Yazar Mustafa Uçurum, çocuk edebiyatını çok önemsediğini belirterek "Geleceğin büyüklerine çok sağlam cümleler armağan etmemiz gerek. Çocukları bir müşteri gibi görerek yapılan hiçbir çalışmadan fayda bekleyemeyiz." dedi. 

Şair Yazar Mustafa Uçurum

İlkay Coşkun'un gerçekleştirdiği keyifli söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz.

İlk kitabınız ‘Tenhalayın Kalbimi’ daha sonra ‘Esmerliğime Bakma’, ‘Dünya Telaşı’ ve devamında çocuk kitapları derken 10’un üzerinde kitabı olan üretken bir yazarsınız. Şiirler, öyküler, denemeler, köşe yazıları yazıyorsunuz. Artı Milat Gazetesinde de yazıyorsunuz. Yetkin birçok edebiyat dergisinde ve internet ortamında aktif olarak varsınız. Bu üretkenliğinizi sağlayan iç dinamiklerinizden bahseder misiniz bizlere?

Yazmayı boş zamanların eğlencesi olarak görmedim hiç. Sıkı bir bilinçle sarıldım kaleme. Bu, ilk yazdığım yazıda da böyleydi. Son yazdığım yazıda da. Harflere tutunmayı hayata tutunmakla eş görüyorum. Ayakta olmak için ve var olduğumu dünyaya haykırmak için cümleleri kendime yoldaş ediyorum.

İnsanların gönüllerine ulaşmak için o kadar çok yol var ki. Ben bu yolların tümünü kullanmak istiyorum. Gazetede yazmaya da bu sebeple başlamıştım. Şimdi de büyük keyifle yazıyorum gazete yazılarımı.

Yazmayı da bir şekilde hayatımın merkezine aldım. Okuduğum her kitapta, dergide, baktığım her yerde kendime bir yazı konusu arar hale geldim. Yeni konular, imgeler buldukça da yazmak bende tutkuya dönüştü.

Şiirlerinizde ve yazılarınızda kelimeleri seçerken nelere dikkat ediyorsunuz?

Yazarken, elimizdeki en büyük hazinemiz kelimeler. Onlar ne kadar canlı olursa o kadar diri duruyor cümlelerimiz. Bu yüzden özenle seçerim her kelimeyi. Çünkü yazdıklarımız dünyaya gönderilen bir mektup. İnsanlara sıradan cümleler okutmaya hakkım yok diye düşünerek kuruyorum her cümlemi. Hiçbir okuyucunun aklına soru işareti getirmeme gibi bir hassas dengeyi gözetiyorum. Açık olmayı tercih ediyorum. Ucu açık kelimeler yerine hedefi olan sözlerin ardına düşüyorum.

Şiir yazarken, şiirin formu, yapısı, içeriği ve dili hakkında neler söylersiniz artı öncelik neler olmalı?

Şiirde biçime takılan biri değilim. Edebiyatın verdiği imkânlar neyse kullanılabilir. Yani şiir nasıl geldiyse öyle inşa edilmeli. Hece, serbest ya da aruz. Hiç fark etmez. Önemli olan kalbe dokunan duyguların bir şiir olarak meydana gelmesi.

Kendim için de geçerli bu kıstas. Şiire başlarım, baktım ki hecenin ruhuna dokunmuş dizelerim ya da serbest bir şiirin ruhuna dokunmuşum. Şiir nasıl gelirse öyle bir hâl alıyor duygular. Aruz için elbette bilinçli bir kuşanma gerekiyor. Divan Edebiyatı’na olan muhabbetimin devamı için arada bir de olsa aruzla gazeller yazıyorum.

Gelelim öncelik meselesine. Şiirin form ya da yapısı bu bağlamda çok da önemli değil. İçerik olarak şiir değerlerle çelişmemeli. Yani “Bana böyle geldi, böyle yazdım.” demek olsa olsa aymazlıktır. Çünkü “kişi önce mümindir, sonra şair.” Şiirde özellikle içerik konusunda çok da özgür olmamak gerek. Şair yaşadığı topraklarla çelişen hiçbir ifadeyi şiirine taşıyamaz. Böyle bir yol izleyenlerin yazdıklarının da pek bir kıymet-i harbiyesi yok ve olmamalı.

Romanda, öyküde, şiirde Dede Korkut’tan günümüze yazınsal mirasımızdan ne oranda besleniyoruz? Bu büyük mirastan daha çok faydalanmak için neler yapmalıyız?

Geçmişle olan bağımızın çok da kuvvetli olduğuna inanmıyorum. Öylesine güçlü ve zengin bir edebiyat geçmişimiz var ki bu dünyanın içine hakkıyla girilse günümüz edebiyatının daha yetkin ürünlerle temsil edildiğini göreceğiz. İlk şairden – Aprın Çor Tigin- bugün yazılan şiire kadar tüm edebiyat dünyamızla irtibatta olmak gerek.

Kendine edebiyatçı diyen kişinin geçmişle bağının çok güçlü olması gerekir. İyi bir edebiyatçı çok iyi bir okur da olmalı aslında. Kişinin elinde kalemden çok kitap olmalı önce. Şiire II. Yeni ile başlayan ve onu bile hakkıyla öğrenememiş soyut şairlerle çevremiz kuşatılmaya devam ediyor. Dede Korkut’u bilmeden, Fuzuli’den gazeller ezberlemeden, Hüs ü Aşk’ın dünyasına girmeden, Dadaloğlu ile dağlara seslenmeden yazmaya başlamak ne yazık ki kör topal bir yolculuktan başka bir şey olmaz.

Şiirlerinizin ilk örneklerinden bugüne kadar olan süreci tahlil etmenizi istersek, şiirlerinizi değerlendirebilir misiniz?

İlk şiirlerimde bireysel bir durum hakimdi. Merkeze kendimi aldığım şiirlerdi bunlar. Yani “Tenhalayın Kalbimi” diyerek yalnızlığı arzuladığım şiirler. Daha sonra sorumluluğu olan ve bireysellikten uzak, derdi olan şiirler yazmaya başladım. Elbette bu değişim yaşla da ilgili. Dünya Telaşı’nın insanları kuşattığı bir zamanda doğru olanı işaret etmek gerek diyen bir şair sorumluluğu ile hareket etmeye başladım. Ben değil “biz” diyen bir sesti bu. Biz, yani büyük bir coğrafya. Ümmet coğrafyasının sesi olan şiirler yazdım. Bu ses artık beni kuşattı. Derdi olan, meselesi olan bir sesle artık şiirler yazıyorum. Yer yer epik bir seslenişi kullandığım, “Dik durmak gerek zulmün karşısında.” dediğim şiirler bunlar.

Türk Edebiyat dünyasında şiirinizi nerede görüyorsunuz?  Şiirde yeni soluklara, yeni şiir damarlarına, yeni şiir akımlarına ihtiyaç var diyebilir miyiz?

Şiirimiz çok canlı. Dergiler çıkıyor. Şiirler dergilerin en önemli bölümünde yer alıyor. Şiir programları yapılıyor memleketin dört bir yerinde. Bunlar elbette şiirin ruhunu okşayan güzellikler. Bütün bunların yanında bireyselliğin hakim olduğu bir şiir dünyamız var. Kendini hayatın ve şiirin merkezinde görüyor ne yazık ki birkaç dize yazan, birkaç dergide görünen gençler. Aynı dergide yazdığı şairlerden bile haberi olmadan soyut bir dünyanın sanal şiirini yazan gençlerin sayısı da her geçen gün artıyor. Böyle bir ortamda yeni bir oluşumdan ya da akımdan bahsetmek mümkün değil.

Şiir yazarken konu neden ve nasıl öyküye geldi? Öykü yazmaya ne zaman başladınız?

Öyküyle olan bağımın günlüklerime dayandığıma inanıyorum. Ortaokul yıllarımdan beri günlük tutan biriyim. Yaşadıklarımı defterime not ederken aslında bir öykünün de damarını yokladığımı fark ettim. Ayrıca ortaokuldan beri öyküler okurum. Özellikle Sait Faik’i okumaya başladıktan sonra ben de öyküler yazabilirim demiştim. Küçük öykü denemeleri yaptım. Bunları hep defterime not ettim. Yazdıklarımın bir öykü olduğuna inandığım zaman da dergilere göndermeye başladım. İlk öyküm 2000 yılında Hece dergisinde yayımlandı. Daha sonra öykü-deneme ve şiir bende hep aynı yoğunlukta devam etti.

Şiirler, öyküler hayattan beslenir. Özellikle öykülerinizde seçtiğiniz karakterler, kahramanlar gerçek mi?

Öykülerimi gerçek hayattan alıyorum. Kişiler, mekân ve olaylar. Bütün bunları kurguyla besleyerek öyküyü vücuda getiriyorum. Hayat bize o kadar güzel öyküler armağan ediyor ki önemli olan bunları yakalayabilmekte. Bir etkinlikte tanıştığımız Selman, yolda arabamıza aldığımız Ahmet, 12 Eylül’ü yaşadığımız dedem, büyük şehirde kendine dünya kuran annem ve diğerleri….

Çocuk edebiyatı üzerine çalışmalarınız, kitaplarınız var. Bu çalışmalarınızdan bahseder misiniz? Çocuk edebiyatına yönelik doğru ve faydalı eserler kazandırılma yönüyle nelere dikkat edilmeli, neler yapılmalı?

Çocuk edebiyatını çok önemsiyorum. Geleceğin büyüklerine çok sağlam cümleler armağan etmemiz gerek. Çocukları bir müşteri gibi görerek yapılan hiçbir çalışmadan fayda bekleyemeyiz. Öncelikle bizim dediğimiz değerlerimizle kuşanmalı çocuklar için yazılan her cümle. Bizim masallarımız var. Efsanelerimiz, destanlarımız var. Onlardan ilhamla çocuklarımıza modern masallar yazabiliriz. Onları hayata dosdoğru hazırlayacak kitaplarla buluşturmamız gerek.  

Çocuklar için şiirler yazdım ilkin. Bunları hikâyeler ve masallar izledi. Çocukluğumdan izler taşıyan hikâyeler yazdım. Elbette hepsinde de çocukların kalbine düşecek cümleler olmasına dikkat ettim kurduğum her cümlenin. Şiirlerimi; Çocuklar Çocukluğunu Bilsin adıyla kitaplaştırdım. Çocuk hikâyelerim de; Irmaklarla Büyüyen Çocuk, Fedakâr Dost ve Kalbime Takılan Uçurtma…

Birçok edebiyat dergisinde şiirleriniz ve nesirleriniz yayınlanıyor. Kitaplara giden yolun dergilerden geçtiğini biliyoruz. Dergilerin işlevi hakkında neler düşünüyorsunuz? Bu bağlamda Güneysu dergimizi nasıl buluyorsunuz?

Dergisiz edebiyat olmaz. Hem de ne olursa olsun dergiler hayatımızın merkezinde. Sosyal medya, dijital kuşatma ya da ne olursa olsun dergiler dimdik ayakta. Görüyoruz ki yeni dergiler çıkıyor sürekli.  Dergilerin yeni sayıları çıkınca dergi ile ilgisi olan herkes büyük bir heyecanla derginin yeni sayısını paylaşıyor. Bunlar umut veren hareketler.

Dergiler şair ve yazarların yeni ürünlerinin yayımlandığı en önemli mecra. Bu anlamda yaşamalı dergiler. Yaşayacak da. Gençlerin dergileri bir mektep görerek yetişme alanları olacak dergiler. Zaten bu düşünce ile çıkan dergiler daha kalıcı oluyor, uzun soluklu olarak edebiyat dünyamızda yer alıyor.

Güneysu dergisi üniversite yıllarımdan bu yana takip ettiğim bir dergi. Bestami Yazgan hocam vesilesi ile tanımıştım dergiyi. Birçok şiirim de yer aldı dergide. Bir duruşu olan dergilerimizden olan Güneysu’ya nice güzel sayılar diliyorum.

Çıra Yayınlarından çıkan ‘Şairin Aynası’ deneme kitabınız 2018 yılı, Türkiye Yazarlar Birliği deneme ödülünü aldı. Ödülle alakalı aldığınız geri dönüşler nasıl oldu? Şairlere, yazarlara verilen ödüller hakkında düşüncelerinizi alabilir miyim? Ödül veren kurullar için neler önerirsiniz?

Ödül almak elbette yapılan çalışmaların, gayretlerin birileri tarafından göründüğünün bir ispatı. Ben ne yaparsam yapayım aklıma hiç ödül gelmeden bir şeyler ortaya koymaya çalıştım. Şairin Aynası kitabımın ödül alması elbette beni mutlu etti. Ödüller bir yandan işaret anlamına da geliyor. Ödülden sonra kitaba olan ilgi arttı. Kitap hakkında yazılan yazılarda çok değerli ifadeler vardı. Bunlar, daha iyi çalışmalara girişmek için bir motivasyon oluyor.

Ödül olmalı. Marifet iltifata tabidir. Önemli olan kafalarda soru işareti olmasın. Kurullar seçilirken hassas davranmakta fayda var. Mesela şiirle arası hiç iyi olmayan birini kurulda görünce insanın aklı karışıyor. Ya da günümüz edebiyatı ile irtibatı olmayan birilerinin kurulda olması da aynı handikaba yol açıyor. Ödülü seçecek kurul kendini yenileyen isimlerden oluşmalı. Yani çağıyla barışık isimler tercih edilmeli. Kurul da seçimini yaparken yeni ses, yeni soluk ve yeni bir duruşun ardına düşmeli. “Emek” gibi bir kutsal göz ardı edilmemeli.

Günümüzün yaşam şekli, 21.yüzyıl, postmodernizm ve küreselleşme, edebiyata, şiire nasıl yansıyor?

Hayatımız gibi edebiyatımız da çokça soyut çokça karmaşık oldu. Anlaşılamamanın pirim yaptığı vakitlerdeyiz. Anlaşılır olmak avamî olarak algılanıyor. Özellikle gençler de anlaşılmaz olmak için şekilden şekle girerek kendilerine bile yabancı bir sesi dillendiriyorlar. Bu yanlış algı günümüz şiiri denen olguyu da zedeliyor.

Şiir hayatın her kesiminden payını alacak ama şiirsel duruştan taviz vermeden olacak bu. Her türlü argüman şiirde kullanılabilir. Çünkü şiir canlıdır. Tıpkı hayat gibi. Önemli olan şiirsellikten uzaklaşmamak.

Postmodernist bir bakış açısı ile bakmak günümüzde oldukça revaçta. Bunun sebebi de zihinlerin harmanlanmış bir bakış açısını arzuluyor olması. İnsan yaşadığını okuduklarında da görmek istiyor. Tarihi salt tarihi olarak değil modernizme uğramış hali ile görmek istiyor. Böylelikle ortaya fantastik eserler çıkıyor.

Bütün bu değişimler aradaki sınırları da kaldırdı. Dünya edebiyatı diye bir kavram ortaya çıktı. Edebiyatın ortak bir dili olduğu gerçeğini düşünecek olursak bu tür edebiyat da dünyamızın renklerini kuşanma anlamında herkes için bir zenginlik olarak karşılıyor bizi.  

Sosyal medyayı, sanal dünyayı, E-dergi ve kitapları da göz önünde bulundurarak edebiyatımızın, dergilerimizin yol serüvenlerini nasıl yorumluyorsunuz?

Edebiyatımız her şeye rağmen canlılığını koruyor. Binlerce kitabın çıkması, memleketin dört yanında kitap fuarlarının olması, yeni dergilerin çıkıyor olması bu canlılığın en önemli ispatı.

Her şey kendi yolunda ilerler. Bu inanca sımsıkı sarılırsak edebiyatımız sahih duruşunu sürdürür. Sosyal medya olacak elbette. Sanal dünya bir ağ gibi saracak her yeri ama edebiyat hâlâ sıcak bir duruş olarak hayatımızda yer edecek. E-kitaplar olacak ama biz bir kitabın sayfasını çevirmenin mutluluğundan taviz vermeyeceğiz.

Sırada neler var? Roman, tiyatro ve senaryo yazmayı düşündünüz mü?

Sırada şiir, deneme, öykü, masal var ama ne yazık ki ne roman, ne tiyatro ne de senaryo var. Kendime çizdiğim bir yol var. Bu yolda en iyisini yapmak için çaba sarf ediyorum. Daha fazla dallanıp budaklanarak zihnimi dağıtmak istemiyorum.

Mustafa Uçurum Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.Şiir ve yazıları; Dergâh, Yediiklim, Hece, Hece Öykü, Kırklar, Yolcu, Türk Dili, Karabatak, Türk Edebiyatı, Aşkar, Sabit Fikir, Cins, Nihayet gibi dergilerde yayımlandı. www.dünyabizim.com sitesinde kitaplar ve dergiler üzerine yazılar yazmaktadır.Şairin Aynası kitabı ile TYB 2018 deneme ödülünü aldı. Milat gazetesinde köşe yazıları yazıyor. Kitapları: Tenhalayın Kalbimi (Şiir), Esmerliğime Bakma (Öykü), Fedakâr Dost (Hikâye), Çocuklar Çocukluğunu Bilsin (Şiir), Irmaklarla Büyüyen Çocuk (Hikâye), Konuştukça Memleket (Şiir), Deneme Çekimi (Deneme), Kalbime Takılan Uçurtma (Hikâye), Şairin Aynası (Deneme), Şehirde Yeni Bir Rüzgâr (Deneme), Dünya Telaşı (Şiir)

İlkay Coşkun Yazdı: Şiire Yüklenen Mânâ

Şiir, yazmanın yanında, hakkında fazlasıyla konuşulan bir alan. Şiir okuyan ve yazan insanın bu hâl içerisinde olmasını çok da yadırgamamak gerekir. 

şiir, edebiyat,kitap
Demek ki böyle bir ihtiyaç hâsıl oluyor ki konuşma ve yazma ihtiyacı duyuluyor. Şair, yazar, münekkit ve hatta mütefekkir alanlarında ikame olan insanlar, okumanın asliyetini önceliyor elbette. Keyfiyet hâlden uzaklaşıp kemiyet hâline geçişle beraber süregelen okumalar, yazmayı tetikleyip akabinde üretkenliği artırmaktadır.

Şuur sahibi olma, bilinçlenme gibi olguların içini doldurmaktır asıl. İnsanın tekâmülü üzerine gayret sarf ediliyor. Millet olma da ülküdaşlık da böyledir. İstiklal marşımızı ezberlememizin, sürekli okumamızın bir gerekçesi yok mudur? Andımızı neden okuruz veya bize neden okutturmuşlardır? Bir askerin topçu marşını okumasının öğretici, eğitici bir boyutu vardır. Bütün kültürlerde az veya çok farklı yöntemlerle de olsa bunlar kullanılır. ‘Çav Bella’yı bağırarak haykıran insanın kendine göre hayata bakış açısı illa ki vardır.

Aristoteles’in ‘Şiir sanatı, tarihten daha felsefi ve daha değerlidir’ sözü kadar şiir önemli midir bilemiyorum. Şiire yüklenen mananın bir sınırı olmalı mıdır? Şair Ahmet Oktay bunu şu şekilde ifade etmiş. ‘Entelektüel uçlarını sürekli abartan bir şiir, sonunda yapmacıklığa, züppeliğe kolaylıkla dönüşebilir’ sözünde olduğu gibi abartının bir geri tepmesi vardır ve olacaktır da.

Şiire duyulan teveccühün yanında her dem şiiri düşünmek, her dem şiirle yatıp kalkmak, şiire enjekte edilen bir zehirdir çoğu zaman. Şiiri özlemekte bir ihtiyaç olmalıdır.

Şiir konusunu ele alırken şairi, şiirden ayrı tutmak imkânsızdır doğal olarak. Bu noktada Kuran-ı Kerim’in, Şuara Suresinin 226. Âyetini düşünüp not almak gerekir. “Aşığa bir sözüm yok ama daha kaç mevsim yalan söyleyecek şairler” eleştirisini de göz önünde bulundurmak gerekmez mi? Şiire yüklenen bu kadar olumlu mananın yanında olumsuz, eleştirel yanları da en azından şairler üzerinden görmek gerekiyor. Sözcüklerden müteşekkil derin manaları muhataplarının gönlüne, gönüldaşlık çerçevesinde bırakmaktır güzel olan.

Şiiri olumlayacak çok şeyler bulabiliriz elbette. Şiirin, hayatımızı güzelleştirdiğine inanırız çoğu zaman. Yaşanmış ve yaşanılan acılara, hüzünlere, kayıplara, aşklara ve az da olsa mutluluklara dil olur. Daha çok düşünceler kelimelere teslim edilir. Sadece düşünceler de değildir. Yolcudur bir nevi. Başka bir taraftan dost, arkadaş, konuşulacak mevzu olur. Ruhî derinlik sunar. Şiir, kültür ve sanat içerisinde bedeni ayakta tutan bir can damarı gibidir. Şiir özellikle dilin estetik, incelik, derinlik ve güzellik boyutunu imler. Kültür ve sanatı da daha çok bu boyutuyla besler. Şiirlerin temasının içerisinde acılar, ölümler ve ağıtlar da olduğu için doğal olarak duygulara, sinelere ve vicdanlara aksettirir. Şiir, daha çok aşk ya da mutsuzlukla ilintilidir. Yârine kavuşmuş bir insan şiir yazmaktan ziyade daha çok mutluluğunu yaşar. Amacına ulaşmıştır çünkü. Olsa olsa sevdiğine serenat yapar. Leyla ve Mecnun aşkının efsaneleşmesinin sebebi kavuşamamalarındandır. Zorluklar, ayrılık, hüzün ve acı daha çok şiir yazdırır şaire. Her ne kadar şiiri mutsuzluklar yazdırsa da şair için şiirle olan paylaşımı mutluluktur. İnsanların savaşlardan ders almalarında etkisi olur. Şiirin, halkları birbirine yaklaştırma çabalarını es geçmemek gerekir. Başka bir taraftan dünyanın geçiciliğini ve ölümü imleyerek dolaylı da olsa dünya barışını olumlu anlamda etkiler.

Şiir; yaşanmışlıkların, acıların, tecrübelerin uç verdiği yazıtlardan biridir. Şiirle konuşur insan, nağmeleşir, efelenir, hüzünlenir. Milleti besleyen maneviyatın uçlarından biri olan şiir, istida da malik bir vasıf taşır. Kendi içinde bir yapı inşa eder. Şeyh Gâlip’in değişine göre ‘Tanrı’nın yaratma sıfatının bir delili olarak her dem yeni söz söylenebilir’ anlayışının bir tezahürüdür şiir.

Velhasıl, dediklerinin yanında diyeceklerinin de hep olduğu şairin sözüdür şiir.

İlkay Coşkun

Mihenk Anadolu İrfanını Genel Boyutlarıyla Ele Alıyor

Mihenk, Yazar Bilal Kemikli Hoca’nın 2019 yılı, Kitabevi Yayınları aracılığıyla okurlarla buluşturduğu son kitabı. Son üç yılda yazdığı daha çok dergilerde yayımlanan deneme ve araştırma yazılarının yer aldığı 156 sayfalık bir eser.

Kitap; ‘Mânâ, Maya ve Mesele’ üst başlığında sınıflandırılmış. Yaklaşık 25 yazı yer almakta. Yerli ve milli kavramlar etrafında teşekkül eden, aynı eksene sahip metinleri içeriyor. İstikamet, ruh, irfan, dil, kelime dağarcığı, tarih şuuru gibi birçok değeri önceliyor.

Yazar, kitapta ayrıca şu tespitlerde bulunmakta. ‘Kendi tarihine ve coğrafyasına yabancı nesiller daima edilgen ve özentili olacaktır’. Oryantalist bakışla oluşturulan fikirlerin şubesi olarak hizmet veren kimi yenik, edilgen aydına seslenmekte. Yazılarda değinilen, ülkemizdeki sözde aydın sorunsalını, Cemil Meriç’in çok bilindik bir sözünü bize hatırlatıyor. ‘Ülkesini yaşanmaz bulanlar onu yaşanmazlaştıranlardır’

Yazılarda, Nurettin Topçu, Mümtaz Turhan, Sabri Ülgener, Sezai Karakoç ve Erol Güngör gibi değerlerimizin fikir ve ruh dünyalarından katreler taşımakta. Merhum Erol Güngör’e rahmet niyazıyla bir nevi kitabın ithaf edilmesi özellikle yazar adına çok anlamlı olsa gerek.

Bilal Kemikli Hoca’nın sunuş yazısında bu metinleri ‘güncel, siyasi ve sosyal meselelere içerden bakma denemeleri’ şeklinde ele alması, biz okurlar için en doğru tanımlamadır muhakkak. Kitapta, bin yıl öncesi Asya’nın steplerinden Bağdat, Basra ve Kûfe’ye oradan Anadolu’ya ve Rumeli’ye uzanan serüvenimizi, dil ve düşünce haritamız çerçevesinde tahlil edilerek genişçe yer verilmiş. Bu yazıların dibacesinde Anadolu irfanını oluşturan manevi önderlerin öncüleri işlenmiş. Yirmi beş yazı içerisinde, ‘Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî, Hz. Mevlana’nın öncülü olan Ebû Sa’îd Ebu’l Hayr, Dede Korkut, Hz. Mevlana, Yûnus Emre, Pîr Sultan, Mehmet Akif, Dil Meselemiz, Kültür Emperyalizmi, Anadolu İrfanı, Eğitim, Yerlilik ve Millilik’ gibi birçok konu başlığı kitap da yer almıştır.

Türkistan’da Ahmed Yesevî’nin uyandırdığı irfan ocağı ve Türkçe’yi hakikat dili olarak inşa ettiği ruh üzerinden ele almakta. Ahmed Yesevî’nin Türkçe’yi öncelemesi üzerinde durulmakta. Asırlardır bizim gövdemiz olan Asya’yı, kalbimiz olan Afrika’yı ve ufkumuz olan Avrupa’yı oluşturan ruh ve irfan ocağı anlatılmaktadır.

‘Bizde bilim, sanat ve düşünce yoktur’ diyen müstemleke zihniyetlere, sözüm ona aydınlara itirazlarını sıralamakta. Öğrenilmiş çaresizliklerimizin ıslahını, mücadele yöntemlerini, yerlilik ve millilik üzerinden ele almakta. Bu bağlamda Oktay Sinanoğlu, Fuat Sezgin, Halil İnalcık, Aziz Sancar gibi değerlerimiz üzerinden konuyu anlatmaktadır. Bu isimler, gençlere rol model olarak gösterilmektedir.

Yönü sadece batıya dönük olan aydınlar için ‘Boynumuz ağrıdı batıya bakmaktan’ diyen Nuri Pakdil’in çizdiği portrenin yanında; ‘İslam Medeniyeti’nin büyüklüğünü kendi insanımıza anlatmak, batılılara anlatmaktan daha zor’ diyen merhum Fuat Sezgin’in sözünü de hatırlamak gerekir. Genel anlamda ufkumuz olan Avrupa çabalarına, merhum Prof. Dr. Fuat Sezgin’in ‘Batı uygarlığı, İslam Medeniyeti’nin çocuğudur’ tespitini de buraya ekleyip unutmamak gerekiyor.

Kitabın önemli bir bölümünde ele alınan Anadolu irfanının manevi mimarlarının yanında özellikle Anadolu irfanını genel boyutlarıyla ele alınıyor. Sadece bilgiyi değil hikmeti de içeren irfan olgusunu inanç boyutuyla daha geniş anlamda ‘Şiir ve İrfan’ kitabında bulabiliriz.

Yazıların içerisinde yer alan ve dikkatimi çeken bazı bölümleri buraya taşımak istiyorum izninizle. Büyük filozof İbn-i Sina ile Hz. Mevlana’nın öncülü olan Mutasavvıf Ebû Sa’id Ebû’l Hayr bir gün karşılaşırlar. Birbirleri hakkında şunları söylerler. İbn-i Sinâ, Ebû Sa’id Ebû’l Hayr’a, ‘Benim bildiğimi o görüyor’ der. Ebû Sa’id ise İbn-i Sina’ya ‘Benim gördüğümü o biliyor’ diyerek bu iki büyük değerin birbirine saygısını, verdiği değeri ve bir yerde kerametlerini yansıtmaktadır.

Başka bir yazının bir bölümünde, Sivas Kalesi’nin hazin hikâyesi şu şekilde anlatılmaktadır:

Timur dönemi tarihçilerinin, ‘fevkalade kuvvete haiz duvarlara sahip’ dediği, Matrakçı Nasuh’un tasvir ettiği ve Kâtip Çelebi’nin bahsettiği Sivas Kalesi’ni, Timur tahrip etse de yıkamamış, lakin muktedir bir Sivas Valisi, Sivas Kalesi’ni yıkmış ve yerine 4 Eylül Parkı yaptırmıştır.

Timur dönemi tarihçilerinin, ‘fevkalade kuvvete haiz duvarlara sahip’ dediği, Matrakçı Nasuh’un tasvir ettiği ve Kâtip Çelebi’nin bahsettiği Sivas Kalesi’ni, Timur tahrip etse de yıkamamış, lakin muktedir bir Sivas Valisi, Sivas Kalesi’ni yıkmış ve yerine 4 Eylül Parkı yaptırmıştır.

Son olarak, kitabın büyüsünü bozmadan, yazar, milliyetçilik ve ırkçılık konusunda şunları söylemektedir; ‘Günümüzde artık milliyetçilikle ırkçılığın belirgin bir şekilde ayrıştığını, milliyetçiliğin değerlere bağlılık ve millete hizmet manası içermesine karşın, ırkçılığın ayrıştırıcı ve şiddeti besleyen bir unsur’ olarak tanımlar. Yerliliği de Mevlana’nın pergel metaforundaki medeniyet çınarının kökü ‘sabite’ olarak görür. Yerlilik ve milliliği yerellik ve gelenekselcilikten ibaret sanmamak gerektiğinin altını çizer.

İlkay Coşkun

Köpeğinin Ölümü Üzerine Şiire Başlayan Şair Ahmet Sadi Okatan

Şair Ahmet Sadi Okatan, rüzgarlar elem söyler
Şair Ahmet Sadi Okatan Bey’in ‘Rüzgârlar Elem Söyler’ şiir kitabının başlangıcında yer alan güzel, anlamlı ve nasihat içerikli sözle yazıma başlamak istiyorum izninizle.

‘Rüzgârlar Elem Söyler’ şiir kitabı Nisan 2017’de okurla buluştu. Yaklaşık 250 sayfa hacmindeki kitapta geçmişe dair daha çok anılarında kalan fotoğraflara yer verilmiş. Konularına göre şiirler beş bölüme ayrılmış. Sivas, vatan, toplumsal, yergi ve güzellemeleri ana başlıklar olarak sayabiliriz. Kimi şiirler okurun boğazını düğümler cinsinde. Kimi şiirlerinde ise şair (Sivas ağzıyla söylemek gerekirse) öğkelenmiştir. Yazar Fatma Pekşen Hanımefendinin takdim yazısındaki ifadelerinde Şair Ahmet Sadi Okatan’ın ilk şiirini 1944 yılında, ilkokul ikinci sınıftayken köpeğinin ölümü üzerine yazdığı ve bu şekilde şiire başladığı ifade edilmiştir. Günümüze kadar gelen süreçte çeşitli tarihlerde yazılmış 100’ün üzerinde şiiri bu kitapta yer bulmuş. Şairimiz şiirlerini daha çok manzum hikâye tadında kaleme aldığı görülmektedir. Şiirlerinin birçoğu hece ölçülüdür. Şiirlerinde yöresel kelimeler, deyimler çokça yer almaktadır.

Hata yapmak cehalet, Hatayı düzeltmek marifet, Hatayı anlamak belagat, Hatayı söylemek cesaret, Hatayı affetmek asalet, Hatadan dönmek fazilettir.

Sivas’ta yayın hayatını sürdüren Hayat Ağacı dergisinin kimi sayılarında Sivas’ın mazisine yönelik anlatımları yer bulmuştur. Anadolu insanının yaşadığı zorluklar, vatanımız ve dinimiz uğruna tarih boyu verdiğimiz şehitlerimiz ‘Şehidin Mezarında’ şiirinde geçen ‘Rüzgârlar Elem Söyler’ mısrasıyla şiir kitabına da isim olmuştur. ‘Rüzgarlar Elem Söyler’ güftesi Mesut Kaçaralp’in yazdığı, Şerif İçli’nin bestelediği ‘ Gittin, bu gidiş bence ölümden de beterdi’ adlı şarkıda geçen ‘Rüzgarlar elem şarkısı söyler de geçerdi’ sözlerinden esinlenildiği belirtilmektedir.

Şair Ahmet Sadi Okatan Bey, 1935 yılı Sivas Merkez Çelebiler Köyü mezrası doğumlu. Okatan, Sivas Erkek Sanat Okulu Ziraat Alet ve Makineleri Bölümünden mezun. Geçimini çiftçilik ile sağlamaktadır. Sivas yakınlarında Kızılırmak kenarında yer olan tarım arazisini korumak için erozyonla mücadele ve ağaç dikimini, ömrünün geneline yaymıştır. Kendi ifadesiyle karşılaştığı sıkıntılar üzerine tapu kadastro ve hukuk üzerine bilgi birikimini yaşayarak edinmiştir.

İlkay Coşkun / Okuyorum.org