The Most/Recent Articles

soylesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
soylesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

"Edebiyatta Dijitalleşmeyi Yakın Gelecekte Çok Konuşacağız."

Kitapları çeşitli dillere çevrilen usta yazar Müge İplikçi, Kitap Cumhuriyeti’nin Yayın Kurulu’nda yer almakta. İplikçi, yayıncılık ve genç yazarlarla ilgili soruları kısaca yanıtladı.

Yazar Müge İplikçi
Yazar Müge İplikçi

Yıllardır bir okur ve yazar olarak yayın dünyasının içindesiniz. Geriye dönüp baktığınızda neler söylersiniz: Sizce yayıncılık değişiyor mu?

Yayıncılık değişiyor elbette, her şeyin hızla değiştiği bir dönemden geçerken o da değişmek durumunda. Kaliteden ödün vermeksizin farklı mecraları zorlamak kaçınılmaz.

Yazar adaylarına Kitap Cumhuriyeti’ni önerir misiniz?

Yazar adaylarına elbette bu mecrayı öneriyorum; ancak ondan önce yazdıklarının kalitesini düşünmelerini...

Edebiyatta dijitalleşme ile ilgili olarak neler düşünüyorsunuz?

Edebiyatta dijitalleşmeyi yakın gelecekte çok konuşuyor olacağız.

Deneyimli bir yazar olarak yazar adaylarına tavsiyeleriniz nelerdir?

Yazdıklarının ilk önce kendilerinin içine sinmesini; kendileri ve kalemleriyle barışık olmalarını. Aksi takdirde, adına edebiyat ortamı dediğimiz o “sert” ortamda var olamazlar

İlkay Coşkun ile İç Hatlar Deneme Kitabı Üzerine

Merhum Cemil Meriç’in kitaba dair birçok değerli sözleri bulunmaktadır. Meriç’in “Meçhule açılan bir kapıdır kitap. Meçhule, yani masala, esrara, sonsuza” sözü her yeni bir kitap için söylediği aşikârdır.

İlkay Coşkun, İç Hatlar
İlkay Coşkun ile İç Hatlar Deneme Kitabı Üzerine
Kapağını açmadığımız her bir kitap saklı bir hazinedir. Emeğin harcıyla yoğrulan türlü türlü tezgâha geçmeden yazarın hayalini süsleyen taç olan kitap elimize aldığımızda matbaanın mis kokusunda kütüphanede yerini alır. Her kitabı alır almaz okur muyuz?  Öncelikler arasına dâhil mi ederiz.  Kitap sevgisi olanlar o kitabı bir gün okurum diye alırlar. Çünkü zahmetlerin rahmete dönüştüğü sırlarla dolu kitapların değerini bilirler. Kütüphaneler açık hazinelerdir. Arayan bulur misali her kitap yolculuğu arayışlarımızı bizlere kâh yakınlaştırır kâh uzaklaştırır kâh da sırların sırlarına ermemizi sağlar. 

“Bir Yazar, Bir Kitap” yazı dizisi bu naçizane duygularla yola çıktı. Yazarlığa kendini adamış, yarınlara bir hoş seda bırakma arzusu içerisinde olan  Şair-Yazar İlkay Coşkun’la 2020 yılının sonunda Kitapyurdu yayınlarından çıkan “İç Hatlar” kitabı hakkında söyleşi yapacağız. Değerli vaktini ayırdığı için hocamıza çok teşekkür ederiz. 

İnsanı kendisi anlatması zordur. Lakin kaçınılmaz bir soru ile başlamak istiyorum. Hocam, İlkay Coşkun kimdir?

Allah'ın selamı üzerinize olsun. Selam ve muhabbetlerimi gönderiyorum. Söyleşimize geçecek olursam. Hayat mücadelemiz, işimiz, hayat koşuşturmalarımız ve hayatın bize biçtiği rollerimizin yanında okumaya ve yazmada hem sahici hemde hayal nüveleri barındıran çeşitliliği yaşamaya çalışan bir fani diyelim. 

“İç hatlar” kitabınızla alakalı ilk sayfalarında “tamam bu kişisel gelişime yönelik bir kitap” diye düşündüm. Sayfalar ilerledikçe yanıldığımı fark ettim. Kitabınızda hayata dair ne var ise yaklaşık iki yüz sayfanın içerisine sığdırmaya çalıştığınızı gördüm. Kitabınızın oluşmasındaki bu zenginliği neye göre inşa ettiniz? 

Şiirler, yazılar, kitaplar; şair ve yazarların gizli yarası değil midir? İddiası olan, hayali olan, derdi olan yazmaz mı? Hayatın içerisinde olan, sorgulayan insan hem okumaya hemde yazmaya ihtiyaç duyar. Hayatta hem ölü görüp ağlamış hemde düğün görmüş oynamış insanlardandır yazarlar. Sevinci de yaşar, melâlide yaşarlar. Geçip giden rüzgâr gibi olan sözün karşısındaki yazının kalıcılığını, değerini görmemiz gerekiyor. Ayrıca terakki ve istidada malik olmanın birincil şartının okumaktan ve öğrenmekten geçtiğini de biliyoruz. Sözü kendime getirecek olursam; “İç Hatlar” kitabında çeşitli zaman dilimlerinde yazdığım elli yazıya yer verdim. Beş bölüm şeklinde kitap vücut buldu. Yazıların birçoğu da farklı edebiyat dergilerinde yayımlandı. Bölümlerde yer alan farklı yazılarla farklı okur kitlelerine ulaşmayı hedefledim. Elli yazı içerisinden bir yazı dahi olsa ilgili okurun dikkatini çekmesini istedim. Kitaplarımda zenginlik var mı? Varsa ne düzeyde bir zenginlik var? Bu da okurun cevaplayabileceği bir soru. 

Daha çok romancıların uyguladığı bir yöntemdir, birkaç sene kendisini dışarıya kapatırlar. Yazdıklarını bitirdikten sonra kendilerini gösterdiklerine şahit oluyoruz. Bu görünürlük dahi, daha çok kitaplarıyla ilgilidir. Dergilerde yazmayı, sosyal medya meşguliyetini vs. bir süreliğine soğumaya bırakıp sadece yazacağım kitaba odaklanmayı çok isterim ama henüz böyle bir yazar olamadım maalesef. 

Kitabınızda “Uçuş Modu” başlıklı yazınız uzleti anlatıyor. İnsanın kendisine yolculuğu iç hatlarda var oluşunu anlatıyor. Kitabınızda uzlete fazlaca değinmişsiniz. Uzlet kavramı İlkay Coşkun’un hayatında hep var mıdır? Uzlet hakkında düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Hani kültürümüzde, dinimizde hep denge hali vardır ya. Aşırılıklara hep bir mesafeli duruş vardır. Anlatmak istediğim uzlet hali, kendini yalnızlığa, tekbaşılığa, soyutlamaya mahkûm etme değil elbette. Daha çok insanın kendini bulma, tanıma ve kendini dinlemeye alma halidir. İhtiyaç durumunda cep telefonlarımızı uçuş moduna alırız değil mi? Telefonumuz kapalı değildir ama internete, aramaya, sinyal alışverişine kapalıdır. İhtiyaç halinde önemli bir özelliktir. Aynı bunun gibi. Hep dışarı açık olup kendimizi kendimize neden kapalı tutalım ki? Yazar yazdıklarıyla bir taraftan kendini kendine tanıtmaz mı? Dünya seyrüseferimizde çevremizi, başkalarını, dünyayı tanıma yolculuğunda niye kendimizi ihmal edelim ki. Bize bahşedilen hayat bizden çevreye ve çevreden kendimize doğru yol almıyor mu? Üstad Nuri Pakdil’in “İçe bakış, dehşetli hazinedir” sözündeki gibi içsel yolculuk hali, seyr-î sülûk halidir daha çok kastettiğim. “Eve dön, şarkıya dön, kalbine dön” der gibi bir durum.

Hatıralara önem veriyorsunuz. Hatıralar yazarın olmazsa olmazıdır. Merhum Muhsin Yazıcıoğlu Başkan ile yaşadığınız bir anı da kitabınızın içerisinde yer alıyor. Hatıra kavramından bahseder misiniz? İleriki süreçte hatırat yazmayı düşünüyor musunuz?

Uzunca bir dönem günlük tutmuştum. Ama maalesef kaybettim onları. Zaman zaman da anı yazıları yazıyorum ama ne kadar ilgi ve dikkat çeker bilemiyorum. Hep söylenir, “iyi dostlar biriktirin, herkesten zengin olursunuz” diye. Dost biriktirmekte de belli şartlar var. Sosyal yönünüzün ve iletişiminizin kuvvetli olması gerekir. Özverili olmanızda gereklidir. Elbette müşfik insanda olacaksınız, fedakârda olmalısınız. İletişim kurduğun çevre de değer kıymet bilecek gibi birçok etken var. İnsanlar için, çevre ve diğer canlılar için canla başla çabalayanları bu bağlamda bir adım önde görürüm. Ayrıca anı yazan yazarın, anı biriktirmiş olmasının yanında iyi bir hafızaya sahip olması gerekir ki anılarını yazıya dökebilsin.

Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümünden bir gün önce görüşmemizi kaleme almıştım. Allah, Muhsin Başkan ve arkadaşlarına gani gani rahmet eylesin. Görüşmemizin içeriğine burada girmeyeyim ilgili yazımda detayları mevcut.  

Kitabınızda mesleğinizin arka yüzünü de ön olana çıkartmışsınız? Mesleğiniz ve yazarlık arasında farklı uçlar var. İkisini de profesyonel olarak yapmaya çalışıyorsunuz. Bir elde iki karpuzu taşıyanı gösterin denildiğinde sanırım sizi gösterebilirim. İş hayatınızın yoruculuğunda yazarlığa nasıl zaman ayırıyorsunuz?  Daha öncesinde yazarlık sürecinden başlayarak kısaca bilgi verebilir misiniz?

Yazarlık işini meslek edinmiş çok az sayıda yazarı saymaz isek çoğu yazar benim durumumda aslında. Daha çok popüler dediğimiz yazarlar bunlar. Satılan kitapları ya iaşesini karşılıyordur ya da çalışmaya ihtiyaç duymayacak birikime, malvarlığına sahiptirler. Yazarın geçimini sağlayan bir işi ve okuduğu yazdığı, keyif aldığı, kendini ifade ettiği yazılar yazıyor olması çok değil bence. İnsanın işi çok zor ve meşgul eden bir iş değilse tabi. İş dışında yazar kendini sosyal anlamda fazla dağıtmıyorsa, kendini fazla bölmüyorsa, okumaya ve yazmaya zamanı kalıyordur illaki. Benim için kitap yazmak, hayatta kalmak olan geçim değil ama hayatımın kaynaklarından birisidir. Hayat birazda yorulma işidir. Kuru pantolon ile balık tutulamayacağını hepimiz biliriz.

Birçok kitabın okuyucuya buluşmasından sonra sizin tarafından kitap tanıtımı kıvamında yazılarınızda, kitaplarınızda yer alıyor. Kitap tanıtımı hakkında düşüncelerinizi alabilir miyiz? 

Okuduğum kitapların en azından bir kısmı hakkında yazılar yazmaya çalışıyorum. Okuma notları ya da değinileri de denebilir. Eleştiri yazıları değil, eleştirmenlik değil tabi bu. Bir yerde kitabı okuduğumun nişanesi yazılar, notlar bunlar. Bu vesileyle de olsa yazarı, eğer hayattaysa tanışma, görüşme imkânını da buluyorum. Örneğin, sosyal medya üzerinden arkadaş olduğumuz onlarca yazar, şair dost var. Az çok yıllardır da birbirimizi takip ediyoruz. Bu dostların kitaplarını okumamış olmayı çok doğru bulmuyorum. En azından ben doğru olanı yapmaya çalışıyorum. Bu güne kadar yüz civarında kitap tanıtım yazısını hiç karşılık beklemeden keyif alarak yazmışımdır. 

Son olarak “İç Hatlar” ile ilgili okuyucuya söylemek istediğiniz bir mesajınız var mı? 

"İç Hatlar” ismiyle müsemma derin anlamlar taşıyor. Dış hatlardan daha çok iç hatlar, kendimizden kendimize güzergâhtır, yoldur. Dış hatlar olacaktır, olmalıdır da ama iç hatları ihmal etmemeliyiz. İç hatlar ile dış hatlar arasında bir insicam ve denge hali vardır, olmalıdır. Dünya da iç hat, ülkemizdir, Müslüman âlemidir. Ülkemizde iç hat, yaşadığımız şehirdir. Yaşadığımız apartmanda iç hat, ailemizdir. Ailede iç hat aile bireylerdir. Bu böyle devam eder. “İç hat” tanımlamasını; benlik, yalnızlık demek olmadığını anlatabilmişimdir umarım.

Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim. Kitaplarla dostça kalın.

* TDED Bursa Şube Başkanı

Muhsin Ertuğrul Kemikli / Okuyorum.org

Yazar Pınar Sönmez: Bağımsız Kitapçılar Âlâ Bir Adadır, Kimliktir, Çağrıdır

OKUYAY Platformu’nun hazırladığı Dört Yanımız Kitap’ta yazarlar eşliğinde Kadıköy kitapçıları, Kadıköy sahafları ziyaret edilmeye devam ediliyor.

Yazar Pınar Sönmez
Yazar Pınar Sönmez
Kadıköy kitapçı ve sahaflarını bu hafta yazar ve avukat Pınar Sönmez ile turladık, yol boyunca karşılaştığımız, selamlaştığımız, raflarını eşelediğimiz kültür adacıklarında nefeslenirken okurunu yaratan, okuruyla yaşayan kişisel tarihimizin kitabevlerini andık.

Bağımsız kitapçının okurluk ve yazarlık dünyandaki karşılığını merak ediyorum.

“Latincede keşfetmenin ve bulmanın karşılığı aynıdır,” bilgisini vurguluyor Borges, Buenos Aires konuşmalarında. Bağımsız kitapçının bendeki duygusu işte bu: Keşif. Borges’in bellek kitaplığından bağımsız kitapçılara… Üniversitedeyken Tepebaşı Tüyap’ta Can Yayınları standında Erdal Öz’ün değerli hatrıyla çalışırdım. Teyzem Nurten Sönmezcan Can Yayınları’nın bağımsız yirmi yıllık düzeltmeniydi. Yayınevindeki her kitabı bilirdim. On gün çepeçevre kitapla, yazın kainatıyla dolu dolu yaşarken aldığım keyifli doygunluk neyse, bağımsız kitapçıdaki yalın sevinç de odur benim için. Ursula K. Leguin’e soruyorlar: “Nasıl yaratıyorsunuz dünyaları?” “Yaratmıyorum, buluyorum,” diyor. Yazmak ya da okumak, yepyeni bir kitap bulmanın ayak basılmadık bir ormana girmekle eşdeğer hissi. Bilmediğim, gezmek için sabırsızlandığım bir soluk, yeni kitap. İşte bağımsız kitapçının bende uyandırdığı kitabı fark etme, merak ve kavuşma diyarı. Seçilmiş kitaplar olmaları güçlü bir filtreden geçmeleri demek. Belki hukukçu deyimiyle “hayatın olağan akışı”nda hiç aklıma gelmeyecek bir kitapla karşılaşmak gerçek bir heyecan.

Kadıköy kitapçılarının hem okurluğunda, hem de yazarlık serüveninde özel bir yerde olduğunu vurguluyorsun hep.

Doğru. Kaybolduğunuzda kendi dünyanızı bulursunuz, bu nedenle isterim ki kaybolun Kadıköy kitapçılarında. Konda’nın Bağımsız Kitabevleri Araştırma Raporu’nda da kimi bağımsız kitapçıların sahaflıktan geldiği belirtiliyor. Kadıköy deyince Mephisto’ya, İmge’ye, istediği kadar hukuk kitabevi olsun Legal’e, vakti zamanının Penguen’ine, Moda Sineması’nın alt katına, adım adım sahaflara ve tüm bu kitapçılardaki coşkulu mutluluğuma sevgiyle ulaşıyorum. Sonra bakıyorum, ilk öykü kitabımda yer alan Bregovic’in Sırım Gibi Bacakları’nın bir sahnesi tam burada geçiyor: “Fakülte Kadıköy’e yakın olduğundan bu labirentvari semtin her yerini biliyorum. Onu yolun sonundaki pasajın alt katına götürmek en iyisi…” “İşte bunu görmelisin sevgili okur,” dediği için var o kitapçı. Benimle aynı yörüngede olduğu için, ilgimi bildiği ve bu ilgiyi körüklediği için bana katkı sağlıyor. Kadıköy’e ısrarla yakıştırdığım labirent vurgusunun köşebaşları kitapçılar. Kitaplarımın arasında kaybolup kendini bulmanın mecrası, macerası.

Okuma kültürünün define adaları olarak nitelendiriyorsun kitapçıları, sahafları.

Elbette. Okuma kültürünün define adaları denilebilecek kitapçılarda okurla buluşmaların daha çok olması arzu edilir. Yüz yüzelik, sohbet, hem yazarı hem okuru besleyebilir. Okuma ve yazma isteğini körükler. Zihnin canlılığıdır. Bu sene, Aras Yayıncılık’ın salonunda Yazım Kılavuzu’nun düzenlediği, Aşk, Yaratıcılık ve Yasa odağında sevgili Şeniz Baş ve Pınar Akseki ile yaptığımız söyleşi de sımsıcaktı, verimliydi. Söz konusu söyleşide belirttiğim mevzu bağımsız kitapçılar için de geçerli, kültür sanatta vergi oranlarının düşürülmesi hakkaniyet gereğidir ve kültür politikamızın parçası olmalıdır. Hele pandemide… Aşk, Yaratıcılık ve Yasa’da detaylarıyla anlatıyorum sanatta vergi hususunu. Ayrıca, kitapçının kendi anlayışına göre düzenlediği ortadaki masaları severim. Tünel’deki Robinson’un seçtikleriyle başladı bu zihin zevki. Şimdi ofisimin hemen yanındaki Pandora’da da masa etkili, doğal bir pusula olabiliyor. Sadece yeni çıkanlar ve bir görünüp bir kaybolacak kitaplar değil, orada beni bekleyen kitabı bulmaktır bu. Tanım da önemli. Bağımsız kitapçılığın bir özelliği kendi seçkileriyse çalışan diyaloglarının bende bıraktığı izlenim ve kitaplığıma katkısı da övgüye değer. Tünel Kırmızı Kedi’nin çalışanıyla dakikalarca konuşmalarımız, onun sayesinde bulduğum kitapları da hatırlamalıyım bu adada. YKY istediği kadar bir bankanın kitabevi olsun, kaç kitabı keşfetmişimdir Taksim’deki mimari anlayış da taşıyan binalarında. Nişantaşı ve Kadıköy İş Kültür’de “ben yeni okudum, harika,” diyen kaç kişiyle buluşmuşumdur. Okura bir hitap biçimidir kitapçılık bu durumda. Ya seçkisiyle, ya iyi okur çalışanının önerisiyle, ya yalın varoluşuyla… İşte Salt Beyoğlu’ndaki yerinde, kitap tabiatında estetik ruhuyla robinsoncrusoe…

Bir de önerin var, okurlarımızla paylaş isterim. 

Sesli düşünelim, nasıl eczane için E bir işaretse, bağımsız kitapçılar için de K gibi bir işaret uygulansa kimlikleri pekişecek ve okuma adaları dikkat çekecek, büyüyecek. Hoş olmaz mı? Geçtiğimiz günlerde bulunduğum Bozcaada’daki hayatın müziği erişti yanıma. Bağların yanından geçerken aldığım taze havanın diriliği. Bana ada özgürlüğünü çağrıştıran sevgili bağımsız kitapçıların şehirle armonisi şahane bir birikim. Böyle! Bağımsız kitapçılar âlâ bir adadır, kimliktir, çağrıdır.

Röportaj: Nazlı Berivan AK

Feridun Andaç: Zamanın Ruhunun Var Ettiği Bir Yayın Mecrası Kitap Cumhuriyeti

Türkiye’nin dijital kitap platformu olan Kitap Cumhuriyeti Yayın Kurulu’nda yer alan Feridun Andaç, Milliyet Sanat’tan Gizem Çetimen’in sorularını yanıtladı.

feridun andaç, kitap cumhuriyeti
Feridun Andaç
Kitap Cumhuriyet’inden bahsedebilir misiniz? Nedir Kitap Cumhuriyeti?

Yayın dünyasında yeni bir mecra demeli. Yazan/okuyan toplum olmanın gerektirdiği bir açılım olarak da görebiliriz. Bir bakıma sözü olan insanların bunları dile getirme biçimlerini düşündüğümüzde, hele hele bu konuda verilen eğitimler, insanların çabaları ve giderek çokkültürlü yapıların yaygınlığı ister istemez düşünülüp yazılanları paylaşmayı da gerekli kılıyor.

Günümüzde iletişim teknolojisinin yazınsal/görsel alanda da bunca yaygın etkin olması, yığınların bilgi ötesi yeteneklerini öne çıkaracak bir alana gereksindiğini gösterdi bize. Özellikle yaşadığımız bu süreçte her türlü iletişimin belirginlik kazanması ise bu alanın ne anlama geldiğini gösterdi sanki. İşte “Kitap Cumhuriyet” bu özgürlük alanını gerekli kıldı demeliyiz. Yazan/düşünen/yaratıp üretenin sesini taşıyıcı kılan bir mecra… Alan genişlemesini yaratmak fikri… Zihniyet daralmasını aşmak için böylesi adımların kaçınılmazlığı düşüncesi bizi böylesi bir adım atmaya yöneltti.

Kitap Cumhuriyet’i fikri nasıl ortaya çıktı?

Demin imlediğim gibi yazma düşüncesi… Bunu salt edebî metinler olarak düşünmemeliyiz. Bilgi toplumu diyoruz, bunu ilgi/meslek/uzmanlaşma olarak gördüğümüzde; insanların her alanda sözü olabileceği, bunu da yazarak anlatabileceği sözün gücünün hâlâ geçerliliğini hatırlatıyor bize sürekli. İşte o süreklilik fikridir bunu var eden.

Çünkü, söz gerekli insanlığa. Ve söze tutunarak yol almak fikridir bunun çıkış noktası. Giderek kirlenen bir dünyada arınma düşüncesinin yolu, insanın insana erişebilmesinin yolu söz evreninden geçiyor. Bu anlamda “iyi yazı” her dem kendi yolunu açabilecek düşü/düşüncesi/cesareti bize bu adımı attırdı.

Projenin kurulma sürecinden bahsedebilir misiniz?

Kuşkusuz “Edebiyat Haber”  deneyimi/birikimidir bunu var eden. Bir bilgi arkeolojisi yaratmanın ötesinde mecradır bu, hiç de öyle görüldüğü gibi “sanal” değil, “gerçek”tir. Öyle birilerinin burun kıvıracağı çaba da değildir. Öyle “plaza cumhuriyeti”nin hazırlopçuluğuyla da oluşmuyor hiçbir şey “Edebiyat Haber”in mutfağında. Orada sürekli düşünen/yazan/yaratan/sözü olan insanların resmini/sözünü görürsünüz... Düşüncelerini okursunuz. Ekip olarak dedik ki; “Öyleyse neden bu insanların birikimleri okur karşısına çıkmasın…” Bu bir bakıma kültür/yazın ortamımıza soluk aldırabilecek bir adımdır.

Bu projeyle hem yazarlardan hem de okurdan nasıl tepkiler aldınız?

Doğrusu beklenenin ötesinde… Yazmak nasıl eylemek eylemiyse, yazılanı okura taşımak da bir düşünme eylemi/çabasıdır. İşte “Kitap Cumhuriyeti” böylesi bir özgürlük alanını sunuyor yazıyı düşünenlere. Ve elbette ki okurlarına da. Yazma cesareti kadar yayımlama cesaretini de vermek için var olmaktır bu. Gelen tepkiler, öneriler, katılımlar bunun göstergesi oldu bizim için.

Geçtiğimiz günlerde Kitap Cumhuriyet’inde Emrah Polat'ın ilk öykü kitabı yayımlandı. Sizin de bu platform için bir projeniz var mı?

Şunun altını çizmek isterim ilkten: “Kitap Cumhuriyeti” yayımlanamayan, yayınevlerinden geri çevrilen dosyaların/kitapların yayımlanabileceği bir mecra değildir. Alternatif yayıncılık olarak da görülmemeli! Zamanın ruhunun var ettiği bir yayın mecrası. Bugünün dünyasındaki yazar/okur buna dönük bir bakış içinde. Beklentiyi de ancak siz yaratarak o kanalı açabilirsiniz. İşte sizin imlediğiniz bu platformda kendi kitaplarımı da görmek isteğindeyim elbette. Hatta birçok yayınevinin yanaşamadığı kitapların yayımını da burada göreceksiniz.

Kitapların dijitalleşmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Özellikle e-kitap dünyada çok ilgi görmeye başladı. Sizce Türkiye’deki okurun e-kitaba karşı ilgisi nasıl? Ve Kitap Cumhuriyet’in bunun üzerinde nasıl bir etkisi olacak?

Bunu “dijital yayıncılık” şemsiyesi altında görmek! Bana çok da doğru gelmiyor. Çünkü öyle bir kaygıdan yola çıkmıyoruz. Yani “satış” endeksli değil. Okuru özgürleştiren bir mecra bizimkisi. Hatta yazılıp üretileni değerli kılan da. Şunu görmek, inanmak gerekir diye düşünürüm: Gelecek iyi yazanların, iyi düşünenlerin, yaratanların, mesleklerinde iyi olanların çabalarıyla kurulacaktır. Vasatın ölümü ancak böyle gerçekleşebilir. Özgünlük gerek bize/insanlığa. Vasatlıktan bıktı herkes, sıradanlıktan, sığlıktan, sürüleşmekten, boyun eğmekten. Küresel kapitalizmin yarattığı teknoloji kendi ölümünü de hazırlıyor.

“Ağaçlar gibi ayakta olmak” için insanlık söz söylüyor, yazıyor, üretiyor. Yaşamaktan umudunu kesmiyor.

İşte böylesi mecralarda bunun için “iyi”ye yer vermek, alan açmak derdindeyiz. Ne olursa gelsin, yayınlarız zihniyetinin karşısında bir “cumhuriyet” fikri. Yani “açık bilinç”, “yetkin bakış”, “özenli çaba” isteyen bir “Kitap Cumhuriyeti”nden söz ediyoruz.

Her türlü kirlenmeye, yozlaşmaya, değersizleşmeye karşı bir duruş üstelik.

Burç Üner: Bağımsız Kitapçılarda Süreklilik Vardır

OKUYAY Platformu’nun hazırladığı Dört Yanımız Kitap’ta yazarlar eşliğinde Kadıköy kitapçılarını, Kadıköy sahaflarını ziyaret etmeye devam ediyoruz. Çizgi roman meraklılarının gözdesi kitapların çevirmeni ve Paralel Evren çizgi roman dükkanının sahibi Burç Üner ile biraradayız. 

Paralel Evren çizgi roman dükkanının sahibi Burç Üner
Paralel Evren çizgi roman dükkanının sahibi Burç Üner
Bağımsız çizgi romanların, klasiklerin, mangaların gitgide popülerleştiği günümüzde Üner, bize okurlarını, kitabevini, hepsatanlarını anlattı. Çizgi roman dünyasına davetliyiz!

Çizgi romanların başrolünde olduğu dükkanınız Paralel Evren’in bahçesindeyiz. Sizi tanıyarak başlayalım.

Hoş geldiniz, adım Burç Üner. Beş senedir çizgi roman dükkanımız var. Genel olarak güncel çizgi romanları, İngilizce çizgi romanları okurlarla buluşturuyoruz. Geniş bir koleksiyonumuz var, aylık fasiküller bizde. Kendi müşterisi doğrultusunda uzmanlaşmaya gider her kitapçı. Biz de fasikül ve İngilizce ciltler bağlamında uzmanız diyebilirim.

Kadıköy’ün önemli bir kültür adacığı olduğunu hep vurguluyoruz. Okurlarınızdan, dükkânın ziyaretçi ve müdavimlerinden söz edelim isterim.

Kadıköy bir kültür merkezi. Bağdat Caddesi biraz daha farklı. Burası yaşam odaklı daha çok. Burada oturanlar genelde pek de buradan çıkmaz. Sayfiye yeri gibidir bir yönüyle. Ben de Erenköylüyüm doğma büyüme. İlk gençlik zamanlarımda hemen bulunduğumuz yerin çok yanında magic the gathering kart oyunları satan küçük bir dükkân vardı. Dükkân fikri doğduğunda hayalim hep bu sokakta olmaktı. Okurun yaş ortalaması 18 diyebilirim ama 10 yaşından, 75’e her yaştan okurumuz var tabii. 2000’lerin başında bir iki kadın müşterimiz olurdu, şimdi öyle değil. Özellikle bağımsız çizgi romanlarla kadınların ilgisi daha çok arttı türe. Belli bir yaşın üstündekiler bağımsız çizgi roman okuyorlar, kadın okuyucuyu da arttırdı bu durum. Manga ise genç kızlar arasında karşılık bulan bir tür. Bir şekilde çizgi roman kültürüne girince devamı da geliyor. Süper kahramanlar aslında öncelikle erkek okur için yaratılmış bir tür bildiğiniz gibi. Son yıllarda özellikle genç kızları hedefleyen kahramanların başrolünde olduğu çizgi romanlar da yayınlanıyor. Batgirl, Ms. Marvel mesela.

Koleksiyonerlerden söz edebiliyor muyuz?

Var evet, özellikle Türkçe çizgi roman biriktirenler, yabancı fasiküllerin peşinde olanlar var. Paranız varsa koleksiyonunuz daha iyidir, bu doğal. Ama kendiniz biriktirmek, peşinden koşmak, aramak sormak da işin keyifli yönü. İnce fasiküller bir kerelik basılır, karakterin çıkışına göre değerlenmeler olur. Son iki üç yılda okurlarda filmlerin ve sosyal medyanın da etkisiyle çizgi roman kültürünün artmasıyla koleksiyonların da sayısı arttı. Zaman, para ve yer işidir koleksiyonculuk. Genel olarak yer problemi oluyor okurlarımızın, fasikülleri evde bir yere koymak, saklamak, istediğinde tekrar çıkarmak zor oluyor. Dünyada ve ülkemizde ortak bir eğilim var, ay ay fasikül almak yerine cilt almak. Sert kapaklı güzel görünüşlü koleksiyon kitapları çok revaçta.

Kitabevi aynı zamanda bir cazibe merkezi; ortak bir zevki, hobiyi paylaştığınız okurlarla biraraya gelmek için ideal.

Elbette. Butik kitapçıların en büyük katkısı bu aslında. Zincir mağazalarda bunu bulamazsınız. Büyük mağazalarda çalışan kitapçı kitapla çok ilgili olabilir ama altı ay sonra yüksek ihtimalle orada olmayacaktır, başka şubeye geçecek ya da işi bırakacaktır. O mağazayla bir bağınız olduğunu hissedemezdiniz bu yüzden. Bağımsız kitapçılarda ise süreklilik var. Para kazandıran bir iş değil kitapçılık, kabul edelim. Severek yapıyor olmalısınız bu işi. Bu da demektir ki içeride kitap seven ve bilen biri var, bu bilgiyle giriyorsunuz dükkâna. Ortak bir hobiyi paylaşabileceğiniz bir noktadasınız. İmza günleri için de aynı şey geçerli, zincirde daha çok kitap satabilir ama burada sanatçıyla, çizerle doğrudan temas söz konusu. Okuyucuyla yazarın bir araya gelmesini, sohbetini çok önemsiyorum. İmza sırası iki yüz metre değil on metre belki ama sanatçı her okura birer çizim yapabiliyor, sohbet ediyor, fikir ve çizim paylaşımı oluyor. Gençlerin önünü açmak istediklerini görüyoruz çizerlerin. Türk sanatçılar genel olarak gençlere çok el veriyorlar.

Paralel Evren çok önemli sanatçıların imza ve sohbetlerine ev sahipliği yaptı, yapıyor.

Yıldıray Çınar, Ergün Gündüz, M. K. Perker, Devrim Kunter, Özgür Yıldırım, Serkan Altuniğne, Ersin Karabulut, Reinhard Kleist, Cengiz Üstün, Bülent Üstün, Emrah Ablak, Kenan Yarar, Cem Özüduru, Yılmaz Aslantürk, Sümeyye Kesgin, Cem Dinlenmiş, Selçuk Ören, Uğur Ünsoy, Ethem Onur Bilgiç, Memo Tembelçizer, Oky, Fırat Yaşa, Ege Avcı, Furkan Nuka Birgün, Berat Pekmezci, Görkem Demir, Ertan Ceylan, Yabani Dergi ekibi... Sanatçılar ve kitaplar için etkinlikler yapıyoruz. Okurlar kitapları, etkinlikleri instagramdan takip edebilirler. Telefonla arayabilirler. Yeni çıkan kitaplar, öneriler, etkinlikler, imzalar konusunda bizden bilgi alabilirler.

Fanzinlere yer veriyor musunuz?

Bize ulaştırılınca elbette raflarımızda yer veriyoruz. Kitaplar için de aynı şey geçerli. Birçok yayınevi çizgi roman yayınlamaya başladı son yıllarda. Kötü kargolayabiliyor dağıtım şirketleri çoğu zaman kitapları, kitabın kondisyonuna dikkat ediyor benim okurum. Zarar görmüş kitap büyük bir problem, yayıncıyla direkt çalışmayı tercih ediyorum bunun için. Fanzinlere dönecek olursak, unutmayalım ki çizgi roman fanzinlerinden çıkıyor çizgi roman sanatçıları. Yıldıray Çınar, Mahmud Asrar dünya çapında iki sanatçımız, ikisi de Çapa adlı fanzinle okurla buluştu başlangıçta. Bugün Marvel ve DC’ye çiziyorlar.

Türle henüz yeni tanışan okura neler önerirsiniz, hepsatanlarınız hangi kitaplardır?

Ben yaş, ilgi alanı ve sevdiği temaları dinleyerek farklı kitaplar öneriyorum. Yine de bir liste yapmak gerekirse süper kahraman çizgi romanlarından Watchmen, Superman Red Son, Vision, New Avengers ve Injustice derim. Bağımsız çizgi romanlar için ise listem, Güngezgini, Kaybolan O Günler, Essex County, Sıradan Zaferler ve Çizgi Romanı Anlamak.

Kitabevi ve Sahafların Edebiyata Etkisi Nedir?

OKUYAY Platformu’nun hazırladığı Dört Yanımız Kitap’ta yazarlar eşliğinde Kadıköy kitapçılarını, Kadıköy sahaflarını ziyaret etmeye devam ediyoruz.

Saygın Ersin
Saygın Ersin

Önce Yedi Kartal Efsanesi serisiyle bu toprakların söylencelerini merkeze alan fantastik türde romanlar yazdı, devamında yeryüzüne ender gelen bir yeteneğin, tatlara ve kokulara hükmederek zihinleri ve duyguları etkisi altına aldığı Pir-i Lezzet adlı romanı geldi. Saygın Ersin ile Kadıköy sokaklarında dolaşırken, kitabevi ve sahafların edebiyatına etkisini konuştuk.

Sahaf kelimesini ilk ne zaman duydun?

Çok iyi hatırlıyorum, 10 yaşımdan 11 yaşıma doğru yol alıyordum. Yaz şahane geçiyordu, keyfim acayip yerindeydi, üzerine bir de durduk yerde Anadolu Lisesini kazanmıştım. Kazanmamak için yeterli bilinçsiz çabayı göstermiştim aslında ama tam da o sene devletimiz Manisa’ya Anadolu Lisesi açmaya karar vermişti, ne yapsaydım? İyi haber; bizimkiler mutluydu, kötü haber; İngilizce öğrenilecekti. Destek kitaplar gerekiyordu. O yıllarda İzmir’de, belki de tüm Ege Bölgesi’nde bu tür kitapları tek bir yer satıyordu ve inanılmaz pahalıydı. Ders kitaplarına giden bir buçuk öğretmen maaşının şoku atlatılamamıştı daha. Babam mecburi rotayı çizdi: “Sahaflardan bakacağız!” Sahaf... Kulağa güzel geliyordu. Üstelik söylemesi de kolay ve havalıydı. Eğlenceli bir yer olacağından emindim ama görür görmez soluğumun kesileceğini de hiç tahmin etmemiştim.

Neydi seni böylesine etkileyen?

Varlık nedeni şimdiyi ve geleceği kurcalamak olan bir mekân vardı karşımda ve bu kurcalayıcılığı çok erken yaşlarda meslek edinmiş benim gibi bir çocuk için cenneti bulmak demekti. Daha ilk görüşte kırtasiyeyi, kitabevlerini ve misafir evlerinin çekmecelerini alaşağı edip gönlümün zirvesine kurulmuştu sahaf. Babamla birlikte Alsancak’ın aralarındaki o sokakta gördüğümüz sıra sıra sahafın ilkine adımımızı attığımızda olacaklar zaten belliydi ve bu olacaklar yıllar içinde hiç değişmedi; her zaman ve her sahafta oldu. İçeriye girdikten kısa bir süre sonra babamla ayrı düşmüştük. İngilizce destek kitaplarımın ne i’si ne d’si vardı aklımda. Çizgi roman rafının başında ağlamak üzereydim. Babamın da benden farklı durumda olmadığını, rafların arasından bir kucak dolusu kitapla çıktığında farkettim. Edebiyat öğretmeni olmanın hakkını vermişti ve koca bir tomar çizgi roman almama da hiç ses etmedi. Akşam annem çıldırdı. Kayınvalidesinin evinde istediği gibi çıldıramaması basıncı yükseltiyordu; başımız beladaydı. Babam ise annesinin evinde olmanın verdiği güvenle “Yarın başka bir yere bakacağız.” dedi. Bu benim için bir kere daha sahaf, annem için ise kayınvalidesinin evinde bir gece daha demekti. Ertesi gün, babamın ‘başka bir yer’ dediği yerin bildiğin aynı yer olduğu ortaya çıktı. Annemin de bizimle geleceğini hesaba katmamıştı sadece. Efendi gibi destek kitaplarımı aldık, evimize döndük. O iki günün dersi şuydu: Sahaf özgürlük ile mümkündür.

Sonraki yıllarda nasıl devam etti ilişkin bağımsız kitapçılarla, sahaflarla?

Mesafeli. Mesafe derken, bildiğimiz fiziki mesafeden bahsediyorum. Yaşadığım muhitlerde yoktu sahaf. Hep gidilmesi, ulaşılması gereken bir yerlerdeydi. Bu Kadıköy’de değişti. Kızıltoprak’ta yaşamıştım bir süre. Etraf sahaf ve kitabevi doluydu. Her buluşma rotasının üzerinde en az bir sahaf illa vardı. Şahaneydi. ‘Kaliteli vakit öldürmek’ diye bir şey varsa Kadıköy bunun başkentiydi. Fakat ciddi de bir feno-problem vardı: “sahaf girdabı!” Bir sahafın yanından öylece geçip gidemezdiniz. Gözünüz daha on metre öteden tezgaha ve üzerindeki kitap yığınlarına takılmıştır zaten. Yaklaştıkça daha cıvıltılı ayrıntıları seçmeye başlarsınız. Ardından on yere birden sabitlenmiş bakışlarınızla birlikte boynunuz da dönmeye başlar. Ama siz yürümeye devam ediyorsunuzdur ve o son adım çok önemlidir. Gözlerin ve boynun, bedeni de tezgâha doğru döndürmesini engellemek ciddi bir irade gerektirir. Ve genelde “beş dakikalık gecikmeden işinize-ilişkinize bir şeycik olmayacağı” ümidi galip gelir ve macera başlar.  "Sahaf Girdabı" çok iş ve ilişkiye mal olmuştur ama helal olsundur. Zira sahaf çok havalı bir yerdir!

Çevirmen Gökçe Yavaş'ın gözünden Jean Stafford'ın Toplu Öyküler'i

Merhaba, ben Gökçe Yavaş. Son üç yılda Tudem Yayın Grubu'nun ''deli dolu'' üç kitabını çevirdim.

çevirmen gökçe yavaş
Çevirmen Gökçe Yavaş
 Bu kitapların üçü de cesur kadınlar tarafından kaleme alınmış, üçü de fazlasıyla dürüst duygularla yazılmış öykülerle dolu kitaplardı. Tam da beni tavlayan, gönlümü çelip kalbimi çalan türden kitaplar yani. Aklımda Jean Stafford'ın Toplu Öyküler'inden bahsetmek olduğundan herhâlde, tavlamak, gönlünü çelmek, kalbini çalmak aynı cümlenin içine doluştular birden.

Jean Stafford öykülerini çevirirken beni hem en çok zorlayan hem de en çok eğlendiren şey buydu sanırım: ilginç tanımlamalar, imalı cümleler, dalga geçen sıfatlar, uzun süredir hiç kullanmadığım deyimler... Hem de hepsi bir anda, peş peşe...

Onun seçimlerine sadık kalmak, öykünün içindeki dürüst ama durup durup sırıtan tavrını korumaya çalışmak benim için gerçekten bir maceraydı. Her kitapta öyle. Çevirdiğim bir kitabı sonradan dönüp okuduğumda kendi sesimi duymak istemiyorum. Çevirirken yazara bürünmek istiyorum. Jean Stafford da bu açıdan bana çok uygun bir yazardı. Öykülerindeki karakterlerle ya da durumlarla, özellikle kadınlar için, bağ kurmak, özdeşleşmek çok kolay. Kitabın çok içine girince taklit etmeye başlar ya insan bazen, Jean Stafford bana bunu çok yaptırdı. Kendimi öyküdeki karakter gibi gözlerimi devirirken, aslında acımayan burnumu düşünürken, tırnaklarımı incelerken buldum. Okurlarda da bu etkiyi yaratacağına inanıyorum. Çünkü Stafford o insan olma hâlini, başkalarıyla paylaşmaya korktuğumuz, öyküde karşılaşınca sırrımız açığa çıkmış gibi kızarmamıza neden olabilecek o hisleri büyük bir rahatlık ve inceden bir alayla anlatıyor. Okuru bu sosyal meseleyi onunla birlikte incelemeye ve yeri gelince de aynı meseleyle biraz eğlenmeye davet ediyor. Gergin ama bir şekilde komik olan anları ya da başkası adına utandığımız o durumları yaşatmayı seviyor. Acıyı, zorbalığı, yenilgiyi, sevgiyi, duygusuzluğu hissediyor ve hissettiriyor.

Hayatı her yönüyle kabul eden bir yazar, bir kadın. Her bir öyküsünde beni başka yerden vurdu, başka şeyler düşündürdü, başka bir insanı anlamamı sağladı. Umarım okurlarında da bu etkiyi yaratır.

Not: Toplu Öyküler'in ikinci kısmı gelecek yıl çıkacak. Bu kısımdaki en güzel öyküler başkahramanın çocuk olduğu öyküler. Küçük kızlar duyguları ve istekleri konusunda o kadar dürüst, o kadar içtenler ki şimdi bile beni gülümsetiyorlar. Bence Stafford'ın yıldızlarının parladığı asıl öyküleri de bunlar, onu tam anlamıyla gördüğümüz yer bu kız çocukları. Bir anlamda kadınların sözcüsü olması da bu yüzden.

* Toplu Öyküler-1 / Yazan: Jean Stafford / Türkçeleştiren: Gökçe Yavaş / Delidolu Yayınları / 2020 / 284 sayfa / Öykü / Yetişkin

İllüstratör Damla Tutan'ın Çocuklukta Duvarlarla Başlayan Resim Serüveni

Çizginin Ucunda'nın bu ayki konuğu Tudem Yayın Grubu'nun Yetenekli illüstratörlerinden Damla Tutan.

İllüstratör Damla Tutan
İllüstratör Damla Tutan

Damla Tutan'ı resim yapmaya iten şey neydi?

Sanırım genelimiz aynı şekilde başlıyor, çocukluktan :) Ailem, duvarlar ile başlayan resim alanını daha verimli kullanabilmem için kâğıda yönlendirmiş diyebiliriz. Yani bu durumda ailem itmiş oldu da diyebilirim. Tabii bunlar işin reel tarafı. Eğlenceli tarafı ise renklerle uğraşmak, bir harmoni yaratmanın verdiği mutluluk denebilir.

Bağımsız çalışan bir çizer olarak gününüz nasıl geçiyor?

Ben aslında bir reklam ajansında çalışıyorum. Keyif aldığım için fırsat buldukça sevdiğim kitap projelerini de değerlendiriyorum. O nedenle genelde bilgisayar başındayım. Eskiz süreçlerini elde farklı malzemelerle yapsam da, kalan süreçlerin toparlama aşamasını dijitalde yapmayı tercih ediyorum. 

Hayatı çizginin ucunda görmek nasıl bir duygu?

Çizmek, aklımdakini sadece sözlerle değil de göstererek anlatabilmek, benim için çok büyük bir mutluluk. Tabii bu durum sadece anlatmak ile de sınırlı değil. Günlük olaylara, insanlara ve durumlara daha dikkatli bakmak ve izlemek de çizer olmanın getirdiği bir artı. Bu da sıradan şeyleri bile farklı bir şekilde değerlendirebilmek ve hayata farklı bir açıdan bakabilmek için büyük bir imkân yaratıyor aslında.

Damla Tutan'ın paletinden genelde ne tür işler çıkıyor? Çizim serüveninizde sizi etkileyen özel bir isim oldu mu?

Çizmeye başladığım günden beri bana ilham veren, yönlendiren ve yol gösteren çok fazla insan oldu. Onlara minnet borçluyum. 

Tudem Yayın Grubu ile yollarınız nasıl kesişti?

Tudem Yayın Grubu ile aslında ilkokul sıralarındayken tanışmıştım. Çizer olarak da Hülya Dayan ile Instagram üzerinden tanıştık. Sonrasında keyifli projeler çıkarma şansımız oldu. İşbirliğimiz devam edecek...

Bağımsız Kitapçılar Belleğimizin Korunabildiği Yerlerdir

OKUYAY Platformu’nun hazırladığı Dört Yanımız Kitap’ın bu haftaki konuğu olan Yazar ve çevirmen İrem Uzunhasanoğlu bağımsız kitapçılar için, “Belleğimizin korunabildiği, kitabın metadan çok hikâye değerinin öne çıktığı yerler” dedi. 

Yazar ve çevirmen İrem Uzunhasanoğlu
Yazar ve çevirmen İrem Uzunhasanoğlu
Şehre, şehrin hafızasına, şehrin değişip dönüştürdüğü insana romanlarında sıklıkla yer veren İrem Uzunhasanoğlu ile Kadıköy turu yaparken, onun bağımsız kitapçılarını konuştuk.

Sınırlar ötesinden başlayan bir bağımsız kitapçı alışkanlığın var, unutamadığın Oxford’daki kitapçıyı analım isterim öncelikle.

Bağımsız Kitapçı dendiği anda yirmili yaşlarımın başındayken İngiltere’nin Oxford kasabasında tesadüfen keşfettiğim, hem kalbimde hem de belleğimde iz bırakan o kitapçı geliyor hatırıma. Aylardan temmuz olmasına rağmen soğuk ve kasvetli bir hava hâkim, aniden bulutlar kararıyor ve sağanak indiriyor, içeri girip vakit geçirebileceğim bir dükkân arayışına giriyorum. Bir süpermarket mi bir giyim mağazası mı derken gözüme minicik bir kapı çarpıyor, kapının üzerinde eski İngilizceyle yazılmış bir cümle var, kafamı eğip hafif aşınmış eşiğinden içeri giriyorum. Sanki tavşan deliğinden içeri bakan Alis gibi hissediyorum gördüğüm manzara karşısında. Tavana kadar yükselen binlerce kitap ve burnuma çalınan kokusunu hâlâ bugün gibi hatırlarım. Kasada oturan adama selam verip yağmurdan kaçarken burayı keşfettiğimi söylüyor ve sohbet başlatıyorum. Shakespeare rafını soruyorum, kalkıp yanıma geliyor ve Shakespeare’den başka bir yazar sormamı beklediğini söylüyor –sevmiyor olabilir mi? Ona akşam Sheldonian Tiyatrosu’nda sahnelenecek Romeo Juliet’e biletim olduğunu söyleyince gülümsüyor ve bana bir tirat okuyor. “Bir Yaz Gecesi Rüyası,” diyorum, orada, o minik kitapçıda saat mefhumumu kaybediyorum, yağmur diniyor, hava kararıyor, neredeyse akşam oyun saati geliyor, ben hâlâ orada oturmuş sahnelerden emekli olmuş bir Shakespeare oyuncusunun anılarını dinliyorum, büründüğü karakterler için giydiği kostümleri, dekorları konuşuyoruz, hatırında kalmış olan sevdiği tiratları okuyor bana. Oxford’da bir üniversitenin misafirhanesinde geçirdiğim o yaz boyunca neredeyse her gün uğruyorum o kitapçıya.

Bu sohbetlerin izlerini romanlarında, çevirilerinde takip ediyor dikkatli okur.

Her zaman. O gün bugündür nerede ufak tefek, şirin, bağımsız bir kitapçı ya da bir sahaf görsem girip sohbet ederim. Bilirim ki orada bir bilgi birikimi vardır, bütün gün onca kitabı soluyan birinden mutlaka bir hayat-ı hakikiye hikâyesi çıkacağını bilirim. Kadıköy, Beyazıt, Taksim gibi birçok semtin pasajlarına girip sahaf raflarını karıştırıyor, son dönemlerde popüler olan sahaf festivallerine mümkün mertebe gitmeye çalışıyorum. Sadece baskısı bitmiş bir kitabı aramak değil amacım, çoğu zaman karşıma çıkan sürprizler beni mutlu ediyor. Mesela bir keresinde Halide Edib’in fakültede okuttuğu dersin notlarını bulmuştum, bir keresinde tam da yazdığım dönem romanına tanıklık eden bir Haliç fotoğrafı. Kadıköy’de bir sahaftan satın aldığım Mişima kitabının içinden bir mektup çıkmıştı bir defasında. Ben Lizbon ve Porto arası yoldaydım, mektup aniden kucağıma düşmüştü, mektubu okuyunca gözyaşlarıma hâkim olamadığımı hatırlıyorum. Bağımsız kitapçılar, belleğimizin korunabildiği, kitabın metadan çok hikâye değerinin öne çıktığı yerler.

Kadıköy’ün hafızana, yaratıcılığına, okurluğuna katkılarını da anlat isterim. 

Kadıköy’ün en güzel yanı bağımsız kitapçıları, ufak kitabevleri ve sahafları. İçlerinde binlerce hikâye barındıran hafıza mekanları.  Hatta bazılarının içinde bulunan küçük toplantı salonları da yazar-okur buluşmaları için önem taşıyor. Dijital bir edebiyat platformu için iki sene boyunca “Yazar Buluşmaları” adı altında bir dizi söyleşi yaptığımızda bize kucak açan Penguen Kitabevi ve Akademi Kitabevi bunlardan bazılarıydı. Geçtiğimiz günlerde Bahariye üzerinde bir kitabevine uğradım, raftan son romanım Evvel Bahar’dan bir tane çekip imzaladım ve rafa geri bıraktım. Bizi okurlarla buluşturan Kadıköy’ün tüm kitabevlerine, kendimizi en rahat hissettiğimiz o hafıza mekanlarımıza sevgiyle... İyi ki varlar!

Mustafa Uçurum: Çocuk Edebiyatını Çok Önemsiyorum

Şair Yazar Mustafa Uçurum, çocuk edebiyatını çok önemsediğini belirterek "Geleceğin büyüklerine çok sağlam cümleler armağan etmemiz gerek. Çocukları bir müşteri gibi görerek yapılan hiçbir çalışmadan fayda bekleyemeyiz." dedi. 

Şair Yazar Mustafa Uçurum

İlkay Coşkun'un gerçekleştirdiği keyifli söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz.

İlk kitabınız ‘Tenhalayın Kalbimi’ daha sonra ‘Esmerliğime Bakma’, ‘Dünya Telaşı’ ve devamında çocuk kitapları derken 10’un üzerinde kitabı olan üretken bir yazarsınız. Şiirler, öyküler, denemeler, köşe yazıları yazıyorsunuz. Artı Milat Gazetesinde de yazıyorsunuz. Yetkin birçok edebiyat dergisinde ve internet ortamında aktif olarak varsınız. Bu üretkenliğinizi sağlayan iç dinamiklerinizden bahseder misiniz bizlere?

Yazmayı boş zamanların eğlencesi olarak görmedim hiç. Sıkı bir bilinçle sarıldım kaleme. Bu, ilk yazdığım yazıda da böyleydi. Son yazdığım yazıda da. Harflere tutunmayı hayata tutunmakla eş görüyorum. Ayakta olmak için ve var olduğumu dünyaya haykırmak için cümleleri kendime yoldaş ediyorum.

İnsanların gönüllerine ulaşmak için o kadar çok yol var ki. Ben bu yolların tümünü kullanmak istiyorum. Gazetede yazmaya da bu sebeple başlamıştım. Şimdi de büyük keyifle yazıyorum gazete yazılarımı.

Yazmayı da bir şekilde hayatımın merkezine aldım. Okuduğum her kitapta, dergide, baktığım her yerde kendime bir yazı konusu arar hale geldim. Yeni konular, imgeler buldukça da yazmak bende tutkuya dönüştü.

Şiirlerinizde ve yazılarınızda kelimeleri seçerken nelere dikkat ediyorsunuz?

Yazarken, elimizdeki en büyük hazinemiz kelimeler. Onlar ne kadar canlı olursa o kadar diri duruyor cümlelerimiz. Bu yüzden özenle seçerim her kelimeyi. Çünkü yazdıklarımız dünyaya gönderilen bir mektup. İnsanlara sıradan cümleler okutmaya hakkım yok diye düşünerek kuruyorum her cümlemi. Hiçbir okuyucunun aklına soru işareti getirmeme gibi bir hassas dengeyi gözetiyorum. Açık olmayı tercih ediyorum. Ucu açık kelimeler yerine hedefi olan sözlerin ardına düşüyorum.

Şiir yazarken, şiirin formu, yapısı, içeriği ve dili hakkında neler söylersiniz artı öncelik neler olmalı?

Şiirde biçime takılan biri değilim. Edebiyatın verdiği imkânlar neyse kullanılabilir. Yani şiir nasıl geldiyse öyle inşa edilmeli. Hece, serbest ya da aruz. Hiç fark etmez. Önemli olan kalbe dokunan duyguların bir şiir olarak meydana gelmesi.

Kendim için de geçerli bu kıstas. Şiire başlarım, baktım ki hecenin ruhuna dokunmuş dizelerim ya da serbest bir şiirin ruhuna dokunmuşum. Şiir nasıl gelirse öyle bir hâl alıyor duygular. Aruz için elbette bilinçli bir kuşanma gerekiyor. Divan Edebiyatı’na olan muhabbetimin devamı için arada bir de olsa aruzla gazeller yazıyorum.

Gelelim öncelik meselesine. Şiirin form ya da yapısı bu bağlamda çok da önemli değil. İçerik olarak şiir değerlerle çelişmemeli. Yani “Bana böyle geldi, böyle yazdım.” demek olsa olsa aymazlıktır. Çünkü “kişi önce mümindir, sonra şair.” Şiirde özellikle içerik konusunda çok da özgür olmamak gerek. Şair yaşadığı topraklarla çelişen hiçbir ifadeyi şiirine taşıyamaz. Böyle bir yol izleyenlerin yazdıklarının da pek bir kıymet-i harbiyesi yok ve olmamalı.

Romanda, öyküde, şiirde Dede Korkut’tan günümüze yazınsal mirasımızdan ne oranda besleniyoruz? Bu büyük mirastan daha çok faydalanmak için neler yapmalıyız?

Geçmişle olan bağımızın çok da kuvvetli olduğuna inanmıyorum. Öylesine güçlü ve zengin bir edebiyat geçmişimiz var ki bu dünyanın içine hakkıyla girilse günümüz edebiyatının daha yetkin ürünlerle temsil edildiğini göreceğiz. İlk şairden – Aprın Çor Tigin- bugün yazılan şiire kadar tüm edebiyat dünyamızla irtibatta olmak gerek.

Kendine edebiyatçı diyen kişinin geçmişle bağının çok güçlü olması gerekir. İyi bir edebiyatçı çok iyi bir okur da olmalı aslında. Kişinin elinde kalemden çok kitap olmalı önce. Şiire II. Yeni ile başlayan ve onu bile hakkıyla öğrenememiş soyut şairlerle çevremiz kuşatılmaya devam ediyor. Dede Korkut’u bilmeden, Fuzuli’den gazeller ezberlemeden, Hüs ü Aşk’ın dünyasına girmeden, Dadaloğlu ile dağlara seslenmeden yazmaya başlamak ne yazık ki kör topal bir yolculuktan başka bir şey olmaz.

Şiirlerinizin ilk örneklerinden bugüne kadar olan süreci tahlil etmenizi istersek, şiirlerinizi değerlendirebilir misiniz?

İlk şiirlerimde bireysel bir durum hakimdi. Merkeze kendimi aldığım şiirlerdi bunlar. Yani “Tenhalayın Kalbimi” diyerek yalnızlığı arzuladığım şiirler. Daha sonra sorumluluğu olan ve bireysellikten uzak, derdi olan şiirler yazmaya başladım. Elbette bu değişim yaşla da ilgili. Dünya Telaşı’nın insanları kuşattığı bir zamanda doğru olanı işaret etmek gerek diyen bir şair sorumluluğu ile hareket etmeye başladım. Ben değil “biz” diyen bir sesti bu. Biz, yani büyük bir coğrafya. Ümmet coğrafyasının sesi olan şiirler yazdım. Bu ses artık beni kuşattı. Derdi olan, meselesi olan bir sesle artık şiirler yazıyorum. Yer yer epik bir seslenişi kullandığım, “Dik durmak gerek zulmün karşısında.” dediğim şiirler bunlar.

Türk Edebiyat dünyasında şiirinizi nerede görüyorsunuz?  Şiirde yeni soluklara, yeni şiir damarlarına, yeni şiir akımlarına ihtiyaç var diyebilir miyiz?

Şiirimiz çok canlı. Dergiler çıkıyor. Şiirler dergilerin en önemli bölümünde yer alıyor. Şiir programları yapılıyor memleketin dört bir yerinde. Bunlar elbette şiirin ruhunu okşayan güzellikler. Bütün bunların yanında bireyselliğin hakim olduğu bir şiir dünyamız var. Kendini hayatın ve şiirin merkezinde görüyor ne yazık ki birkaç dize yazan, birkaç dergide görünen gençler. Aynı dergide yazdığı şairlerden bile haberi olmadan soyut bir dünyanın sanal şiirini yazan gençlerin sayısı da her geçen gün artıyor. Böyle bir ortamda yeni bir oluşumdan ya da akımdan bahsetmek mümkün değil.

Şiir yazarken konu neden ve nasıl öyküye geldi? Öykü yazmaya ne zaman başladınız?

Öyküyle olan bağımın günlüklerime dayandığıma inanıyorum. Ortaokul yıllarımdan beri günlük tutan biriyim. Yaşadıklarımı defterime not ederken aslında bir öykünün de damarını yokladığımı fark ettim. Ayrıca ortaokuldan beri öyküler okurum. Özellikle Sait Faik’i okumaya başladıktan sonra ben de öyküler yazabilirim demiştim. Küçük öykü denemeleri yaptım. Bunları hep defterime not ettim. Yazdıklarımın bir öykü olduğuna inandığım zaman da dergilere göndermeye başladım. İlk öyküm 2000 yılında Hece dergisinde yayımlandı. Daha sonra öykü-deneme ve şiir bende hep aynı yoğunlukta devam etti.

Şiirler, öyküler hayattan beslenir. Özellikle öykülerinizde seçtiğiniz karakterler, kahramanlar gerçek mi?

Öykülerimi gerçek hayattan alıyorum. Kişiler, mekân ve olaylar. Bütün bunları kurguyla besleyerek öyküyü vücuda getiriyorum. Hayat bize o kadar güzel öyküler armağan ediyor ki önemli olan bunları yakalayabilmekte. Bir etkinlikte tanıştığımız Selman, yolda arabamıza aldığımız Ahmet, 12 Eylül’ü yaşadığımız dedem, büyük şehirde kendine dünya kuran annem ve diğerleri….

Çocuk edebiyatı üzerine çalışmalarınız, kitaplarınız var. Bu çalışmalarınızdan bahseder misiniz? Çocuk edebiyatına yönelik doğru ve faydalı eserler kazandırılma yönüyle nelere dikkat edilmeli, neler yapılmalı?

Çocuk edebiyatını çok önemsiyorum. Geleceğin büyüklerine çok sağlam cümleler armağan etmemiz gerek. Çocukları bir müşteri gibi görerek yapılan hiçbir çalışmadan fayda bekleyemeyiz. Öncelikle bizim dediğimiz değerlerimizle kuşanmalı çocuklar için yazılan her cümle. Bizim masallarımız var. Efsanelerimiz, destanlarımız var. Onlardan ilhamla çocuklarımıza modern masallar yazabiliriz. Onları hayata dosdoğru hazırlayacak kitaplarla buluşturmamız gerek.  

Çocuklar için şiirler yazdım ilkin. Bunları hikâyeler ve masallar izledi. Çocukluğumdan izler taşıyan hikâyeler yazdım. Elbette hepsinde de çocukların kalbine düşecek cümleler olmasına dikkat ettim kurduğum her cümlenin. Şiirlerimi; Çocuklar Çocukluğunu Bilsin adıyla kitaplaştırdım. Çocuk hikâyelerim de; Irmaklarla Büyüyen Çocuk, Fedakâr Dost ve Kalbime Takılan Uçurtma…

Birçok edebiyat dergisinde şiirleriniz ve nesirleriniz yayınlanıyor. Kitaplara giden yolun dergilerden geçtiğini biliyoruz. Dergilerin işlevi hakkında neler düşünüyorsunuz? Bu bağlamda Güneysu dergimizi nasıl buluyorsunuz?

Dergisiz edebiyat olmaz. Hem de ne olursa olsun dergiler hayatımızın merkezinde. Sosyal medya, dijital kuşatma ya da ne olursa olsun dergiler dimdik ayakta. Görüyoruz ki yeni dergiler çıkıyor sürekli.  Dergilerin yeni sayıları çıkınca dergi ile ilgisi olan herkes büyük bir heyecanla derginin yeni sayısını paylaşıyor. Bunlar umut veren hareketler.

Dergiler şair ve yazarların yeni ürünlerinin yayımlandığı en önemli mecra. Bu anlamda yaşamalı dergiler. Yaşayacak da. Gençlerin dergileri bir mektep görerek yetişme alanları olacak dergiler. Zaten bu düşünce ile çıkan dergiler daha kalıcı oluyor, uzun soluklu olarak edebiyat dünyamızda yer alıyor.

Güneysu dergisi üniversite yıllarımdan bu yana takip ettiğim bir dergi. Bestami Yazgan hocam vesilesi ile tanımıştım dergiyi. Birçok şiirim de yer aldı dergide. Bir duruşu olan dergilerimizden olan Güneysu’ya nice güzel sayılar diliyorum.

Çıra Yayınlarından çıkan ‘Şairin Aynası’ deneme kitabınız 2018 yılı, Türkiye Yazarlar Birliği deneme ödülünü aldı. Ödülle alakalı aldığınız geri dönüşler nasıl oldu? Şairlere, yazarlara verilen ödüller hakkında düşüncelerinizi alabilir miyim? Ödül veren kurullar için neler önerirsiniz?

Ödül almak elbette yapılan çalışmaların, gayretlerin birileri tarafından göründüğünün bir ispatı. Ben ne yaparsam yapayım aklıma hiç ödül gelmeden bir şeyler ortaya koymaya çalıştım. Şairin Aynası kitabımın ödül alması elbette beni mutlu etti. Ödüller bir yandan işaret anlamına da geliyor. Ödülden sonra kitaba olan ilgi arttı. Kitap hakkında yazılan yazılarda çok değerli ifadeler vardı. Bunlar, daha iyi çalışmalara girişmek için bir motivasyon oluyor.

Ödül olmalı. Marifet iltifata tabidir. Önemli olan kafalarda soru işareti olmasın. Kurullar seçilirken hassas davranmakta fayda var. Mesela şiirle arası hiç iyi olmayan birini kurulda görünce insanın aklı karışıyor. Ya da günümüz edebiyatı ile irtibatı olmayan birilerinin kurulda olması da aynı handikaba yol açıyor. Ödülü seçecek kurul kendini yenileyen isimlerden oluşmalı. Yani çağıyla barışık isimler tercih edilmeli. Kurul da seçimini yaparken yeni ses, yeni soluk ve yeni bir duruşun ardına düşmeli. “Emek” gibi bir kutsal göz ardı edilmemeli.

Günümüzün yaşam şekli, 21.yüzyıl, postmodernizm ve küreselleşme, edebiyata, şiire nasıl yansıyor?

Hayatımız gibi edebiyatımız da çokça soyut çokça karmaşık oldu. Anlaşılamamanın pirim yaptığı vakitlerdeyiz. Anlaşılır olmak avamî olarak algılanıyor. Özellikle gençler de anlaşılmaz olmak için şekilden şekle girerek kendilerine bile yabancı bir sesi dillendiriyorlar. Bu yanlış algı günümüz şiiri denen olguyu da zedeliyor.

Şiir hayatın her kesiminden payını alacak ama şiirsel duruştan taviz vermeden olacak bu. Her türlü argüman şiirde kullanılabilir. Çünkü şiir canlıdır. Tıpkı hayat gibi. Önemli olan şiirsellikten uzaklaşmamak.

Postmodernist bir bakış açısı ile bakmak günümüzde oldukça revaçta. Bunun sebebi de zihinlerin harmanlanmış bir bakış açısını arzuluyor olması. İnsan yaşadığını okuduklarında da görmek istiyor. Tarihi salt tarihi olarak değil modernizme uğramış hali ile görmek istiyor. Böylelikle ortaya fantastik eserler çıkıyor.

Bütün bu değişimler aradaki sınırları da kaldırdı. Dünya edebiyatı diye bir kavram ortaya çıktı. Edebiyatın ortak bir dili olduğu gerçeğini düşünecek olursak bu tür edebiyat da dünyamızın renklerini kuşanma anlamında herkes için bir zenginlik olarak karşılıyor bizi.  

Sosyal medyayı, sanal dünyayı, E-dergi ve kitapları da göz önünde bulundurarak edebiyatımızın, dergilerimizin yol serüvenlerini nasıl yorumluyorsunuz?

Edebiyatımız her şeye rağmen canlılığını koruyor. Binlerce kitabın çıkması, memleketin dört yanında kitap fuarlarının olması, yeni dergilerin çıkıyor olması bu canlılığın en önemli ispatı.

Her şey kendi yolunda ilerler. Bu inanca sımsıkı sarılırsak edebiyatımız sahih duruşunu sürdürür. Sosyal medya olacak elbette. Sanal dünya bir ağ gibi saracak her yeri ama edebiyat hâlâ sıcak bir duruş olarak hayatımızda yer edecek. E-kitaplar olacak ama biz bir kitabın sayfasını çevirmenin mutluluğundan taviz vermeyeceğiz.

Sırada neler var? Roman, tiyatro ve senaryo yazmayı düşündünüz mü?

Sırada şiir, deneme, öykü, masal var ama ne yazık ki ne roman, ne tiyatro ne de senaryo var. Kendime çizdiğim bir yol var. Bu yolda en iyisini yapmak için çaba sarf ediyorum. Daha fazla dallanıp budaklanarak zihnimi dağıtmak istemiyorum.

Mustafa Uçurum Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.Şiir ve yazıları; Dergâh, Yediiklim, Hece, Hece Öykü, Kırklar, Yolcu, Türk Dili, Karabatak, Türk Edebiyatı, Aşkar, Sabit Fikir, Cins, Nihayet gibi dergilerde yayımlandı. www.dünyabizim.com sitesinde kitaplar ve dergiler üzerine yazılar yazmaktadır.Şairin Aynası kitabı ile TYB 2018 deneme ödülünü aldı. Milat gazetesinde köşe yazıları yazıyor. Kitapları: Tenhalayın Kalbimi (Şiir), Esmerliğime Bakma (Öykü), Fedakâr Dost (Hikâye), Çocuklar Çocukluğunu Bilsin (Şiir), Irmaklarla Büyüyen Çocuk (Hikâye), Konuştukça Memleket (Şiir), Deneme Çekimi (Deneme), Kalbime Takılan Uçurtma (Hikâye), Şairin Aynası (Deneme), Şehirde Yeni Bir Rüzgâr (Deneme), Dünya Telaşı (Şiir)

Raflar Arasında Kaybolmak İçin Güzel Bir Gün

Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından kurulan OKUYAY Platformu’nun hazırladığı Dört Yanımız Kitap’ta yazarlar eşliğinde Kadıköy kitapçılarını, Kadıköy sahaflarını ziyaret etmeye devam ediyoruz. Bu hafta konuklarımız Barış Sahaf’tan Barış Bingöl ve yazar, çevirmen Fuat Sevimay.

Kadıköy Belediyesi’nin ortaklarından biri olduğu, T.C. Dışişleri Bakanlığı Avrupa Birliği Başkanlığı tarafından yürütülmekte olan Ortaklıklar ve Ağlar Hibe Programı kapsamında hibe almaya hak kazanan, Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından kurulan OKUYAY Platformu’nun hazırladığı Dört Yanımız Kitap’ta yazarlar eşliğinde Kadıköy kitapçılarını, Kadıköy sahaflarını ziyaret etmeye devam ediyoruz. Kültür dünyamıza katkıları, şekillendirdikleri okurlar, müthiş tesadüfler, unutulmaz karşılaşmalar, kitaplarla geçen yıllar... Odağımız kitapçı ve sahaflar, pusulamız kitaplar, bu hafta konuklarımız Barış Sahaf’tan Barış Bingöl ve yazar, çevirmen Fuat Sevimay

Kadıköy’ü bir kültür adacığı haline getiren nedir diye sorsak, akla mutlaka bağımsız kitapçıları ve sahafları gelecektir. Sokaklar arasında kaybolurken, gönüllü yahut gönülsüz yalnızlığı yaşarken, hikâyemizi ararken bir sahaf çıkar karşımıza; gravürlerin, haritaların, ilk baskıların, dağılmış kitaplıkların sırlarını fısıldar. Kitap dedektifliğine meraklıysanız cömerttir sahaflar; beklemediğiniz anda mutlu tesadüfler yaşarsınız, yokluğunu o ana kadar farkına bile varmadığınız bir öykü karşılar sizi, sarıp sarmalar. Barış Sahaf onlardan biri, aile geleneğini sürdüren genç sahaflardan. Barış Bey bizi Barış Sahaf’ta ağırladı.

Çok teşekkürler Barış Bey, kitaplar, dergiler, gravürler arasında bir söyleşi gerçekleştireceğiz, hoş bulduk tekrar. Kuruluş hikâyenizle başlayalım isterim.  

Hoş geldiniz tekrar, ben teşekkür ederim. 1992 yılında Halil Bingöl tarafından Beyoğlu Aslıhan Pasajı’nda kuruldu Barış Sahaf. 2005 yılında ben yani mahdum Barış Bingöl sahaflık belasına bulaştım, zaten çocukluğumdan beri kitaplar içindeydim. Öyle bir noktaya geldik ki artık Beyoğlu’na sığmaz olduk ve 2008 yılında Kadıköy’de ikinci dükkânı açtım. Nadir, nitelikli koleksiyon ürünü sayılan değerli kitap, evrak-belge, harita, gravür alıp satıyoruz Barış Sahaf’ta. 2015 yılından beri her ay düzenli kitap mezatları düzenliyoruz, o ay içerisinde gelen değerli parçaları koleksiyonerlere sunuyoruz. 

Sahaf olma kararını nasıl aldınız merak ediyorum.

Babam 1980 yılından beri bu işi yapıyor. Üniversite eğitimi sırasında gider gelirdim babamın yanına, profesyonel anlamda değil ama merak işte, hep içinde oldum kitapların. Deyim yerindeyse kitap indirdik, kitap kaldırdık hep. Çok düşünmeden başladım bu işe üniversiteden mezun olunca da. Tesadüfler silsilesi sonucu geldim Kadıköy’e. Barış Sahaf’ın üçüncü durağı Kadıköy’deki. Kafkas Pasajı’nda iki sene, sonra Sokak’ta üç sene, şimdi de neredeyse üç senedir buradayız.

Her iki yakada da sahaflığı deneyimlediniz. Kadıköy ile Beyoğlu okurları arasında bir karşılaştırma yapabileceğinizi düşünüyorum.

Kadıköy’e bakınca 1990 - 2010 arası Beyoğlu’nda nasıl bir hava varsa bugün onun tekrarının yaşandığını düşünüyorum. Kültür dünyasını hissediyorsunuz burada. Sergiler, gösteriler, konserler, yazar buluşmaları... Beyoğlu’nun müdavimleri vardır, daha eski bir okurdur oradaki. Kadıköy’de ise daha yeni, daha taze bir ilgi görüyoruz.

Okurluk görgüsü kitapçıların ısrarla vurguladığı bir konu, ziyaretçilerle ilgili gözlemlerinizi merak ediyorum.

Eskinin sessiz, kitaba odaklanmış okuru şüphesiz hâlâ var ancak son yıllarda dükkân içinde yüksek sesle konuşan, kitaba kimi zaman hoyrat davranan, elimizdekilere bakmak yerine cep telefonuna yoğunlaşan kitlenin artışını da gözlemliyorum. Hayatın her alanında gördüğümüz özensizliğin bir yansıması bu, şaşırtıcı değil.

Ziyaretçileriniz genelde hangi yaşlarda?

Dükkânın yaş kitlesi 18 ile 30 arası. Tabii bu perakende satışta geçerli. Sabit müşteriler ise 50 ve üzeri hâlâ. Tüm koleksiyonerlerimiz erkektir, genç kitleye bakınca ise kadınların baskın olduğunu görüyoruz. Erkek arkadaşını çekiştirerek kitapçıya sokan genç kadınlar görüyorum. Onların espriyi, dokuyu, nüansları daha doğru kavradığını düşünüyorum.

Okurlar en çok hangi kitapların peşinde?

İkinci Yeni’nin şairleri soruluyor en çok. Bu noktada meraksızlıktan biraz şikayetçiyim. Onlar ne okuyordu, onun peşine düşen yok. Orhan Veli ne okurdu? Sabahattin Ali ne okurdu? Peki Oğuz Atay ne okurdu? Bunların peşine düşmek kitap dedektifliğinin de ilk adımı. Rus klasiklerini, Hasan Ali Yücel dönemi klasik baskılarını arayanların da sık sık dükkânı ziyaret ettiklerini söyleyebilirim. Grafiker, tasarımcı, modayla ilgilenenler geliyor ara ara, bir görsel arıyor, bunun için malzeme topluyor, en sevdiğim araştırmacılar da onlar. Daimi müşteridir o, pulların, kartpostalların, özel ilk baskıların peşindedir.

Son yıllarda aldığınız kitaplıklarda enteresan kitaplarla, mutlu tesadüflerle karşılaştınız mı?

Evlerden kitaplıklar çok çıkıyor ama nitelikli kitap bulmak zor. Ayda üç dört kitaplık alıyorum ama çok nitelikli, niş olarak adlandırabileceğim bir kitap çıkmadı son zamanlarda. Kadıköy, Bostancı, Acıbadem, bu bölgelerden yoğun kitap alıyoruz. En başta bölgeye yerleşenlerin kitaplıkları, 40’lar, 50’lerde yerleşenlerin kitaplıkları geçiyor elimize. Gümrükte, dış işlerinde çalışmış insanlar. Bunun için roman, edebiyat, araştırma kitapları 40’ların sonrasından oluyor genelde. Eskiden enteresan mektuplar, fotoğraflar bulurduk. Bu mutlu tesadüfler değiştiriyor her şeyi. En son aldığım bir parti vardı, Ahmet Hamdi Akseki’nin talebesiyle fotoğrafı çıktı bir kitap arasından. Bir başka sefer, yine bir kitaplık aldık, hukuk fakültesi sekretaryasından bir ismin kitaplarıydı. Bir kitabın arasından Atatürk’ün 1930’larda okul ziyareti sırasında hukuk öğrencileriyle çektirdiği fotoğraf çıktı, güzel bir andı.

Güncel yazarların takipçileri geliyor mu Barış Sahaf’a, yeni kitapları soranlar oluyor mu?

Az da olsa dükkânın ziyaretçileri arasında güncel okuma önerisi isteyenler oluyor, İhsan Oktay Anar, Sezgin Kaymaz romanlarını çok öneririm, bence iyi başlangıçlardır bu yazarlar okurlar için. Kimi zaman hediye almak isteyenler de Barış Sahaf’ın kapısını çalıyor. Bu noktada İstanbul hayatıyla ilgili kitaplar öneriyorum, eski dergileri gösteriyorum, bohem zamanların İstanbul’unu anlatan kitaplar hep ilgi çekiyor.

Kitapçılığa ilgi duyan okurlarımıza notlarınızı alarak tamamlayalım.  

İşimiz dışarıdan kolay gibi görüyor. Hep romantik, pipomuzla, kedimizle zaman geçirdiğimizi, bütün gün felsefe konuştuğumuzu zannedebiliyorlar. Oysa iyi kitap bulmak, doğru fiyat belirlemek, alıcısını bulmak, bunlar büyük meseleler. Ayakta kalmak için dirayetli olmak zorundayız. Eskiden kamyon kamyon kitap gelirdi. Şimdiyse küçük kamyonetlerle iş yapıyoruz. Kitapçıdan çok okura ihtiyacımız var!

***

Paylaşın ki, çoğalalım!

Kadıköy’ü, kitapçı, sahaf ve yazarlarını odağımıza aldığımız söyleşi dizimizin bu haftaki yazar konuğu Fuat Sevimay. İngilizceden James Joyce, Henry James ve Oscar Wilde, İtalyancadan Luigi Pirandello ve Italo Svevo çevirilerine imza atmış bir çevirmen, romanlarıyla edebiyat okurlarının yakından takip ettiği bir yazar. Sevimay önce Finnegan Uyanması çevirisine imza attı, devamında son romanı Bendeniz James Joyce’da yazarı mezarından kaldırıp tam da Gezi günlerinde İstanbul’a getirdi. Eserlerini daha iyi anlamak, hatta onunla arkadaş olmak isteyen okurlara eğlenceli, matrak ve düşündürücü bir roman sundu, romanın satırları arasında sahafları, kitapçıları konuk etti.

Sevgili Fuat, her şeyden önce senin Kadıköy’ünü dinlemek isterim, nereden başlatıp nerede sonlandırıyorsun kişisel Kadıköy’ünün sınırlarını?

Kadıköy’ü daha iyi anlamak üzere ikiye ayırsak, Altıyol – İskeleler – Moda – Yeldeğirmeni ile Fenerbahçe stadına kadar olan merkezi bir yana, Kızıltoprak’tan Bostancı’ya kadar olan bölgeyi de diğer tarafa koymak gerekir. Hayır, çok sevdiğim Kadıköy’ü bölmek gibi bir derdim yok ama kültürel yapıyı, sosyolojik yaklaşımı gözlemlemek açısından da bu ayrım işimizi kolaylaştırabilir. Mesela merkez Kadıköy dediğimiz tarafta neden bir dolu tiyatro salonu var da diğer tarafta tek bir salon var, hiç düşündünüz mü? Bunu sadece ulaşım kolaylığıyla açıklayabilir miyiz? Yine merkezde bolca kitabevi, sahaf, kitap-kafe varken, bu durumun Cadde ekseninde azalmasına ne demeli? Feneryolu, Erenköy veya Bostancı ahalisi daha az mı kitap okuyor? Bunları siz kafanızda tartadurun, o arada ben size Eylem’den ve Müteferrika’dan bahsedeyim. Matbaayı bulandan değil, Kadıköylü olanından.

İlk röportajımızın mekânı ve ana konusu Gergedan Kitabevi’ydi; yazarların, çevirmenlerin kulaklarını çok çınlattık, elbette senin de.

Kadıköy’ün “diğer taraf” diye andığımız bölgesinin kadim kitapçısı Gergedan’dır. Caddebostan’da onlarca yıldır, çizgisini hiç bozmadan, Kadıköylüleri iyi kitaplarla, edebiyat söyleşileriyle ve güler yüzle buluşturmayı sürdürmektedir. Ve az önce size bahsedeceğimi söylediğim can dostum Eylem de Gergedan’ın emektarı, kitapların kurdudur. Kimi De’li Re’li zincir kitapçıların veya internet sitelerinin aksine, kitap Eylem için barkod numarasının veya “stokta var-yok” ibaresinin çok ötesindedir. Sağlık, siyaset, psikanaliz veya tarih kitapları arasında size hitap edecek eserin yolu Eylem’den geçebilir. Yani Gergedan katıksız kitabevi, Eylem de edebiyat yolunda işinizi kolaylaştıran bir uzmandır. Elbette Rüyam Hanım ile birlikte.

MADDEN VE MANEN ZENGİNLEŞECEKSİNİZ!

Peki merkezde hangi sahaf ve kitapçılar var sıklıkla yolunu düşürdüğün?

Ben, merkez diye bahsettiğimiz tarafta Müteferrika Sahaf’ı çok severim. Akmar Pasajının üst kapısının tam karşısında, el kadar bir tezgâhın üstünde yığılı kitapları görecek ve hava müsaitse, kitapların hemen ardına gömülmüş aksakallı ve yakışıklı bir bey fark edeceksiniz. İşte o Müteferrika Sahafın sahibi Lütfü Ağabeydir. Uğrayın, oturun, iki lafın belini kırın, kitapları karıştırın. İnanın kalkarken zenginleştiğinizi hissedeceksiniz. Hem madden (çünkü çantanızda artık birkaç sıkı kitap var) hem de manen.

Kitapseverlere, kitapçıseverlere son olarak bir mesajın var mı?

Gergedan’a veya Müteferrika’ya yolunuz düşerse, demeyeceğim çünkü yolunuz mümkünse düşsün, oralardaki dost yüzlere selamımı söyleyin lütfen. İçinde Kadıköy geçen kitapları sorun. Belki satırların arasında, en başta sorduğumuz sorunun yanıtı da vardır. Kitaplardan edindiğiniz bilgiyle ulaştığınız bir bakış açısı varsa benimle ve dostlarınızla paylaşın. Paylaşın ki çoğalalım. Ve son söz, kitapla kalın. Daima.

İlksatır Yayınevi Kurucusu Bahar Şen Kazancı: En İyisini Yapmak İstiyorum

İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali’nde ‘İlk Roman, İlk Çeviri, İlk Yayın’ başlığı altında yayınevi kurma hikâyesini anlatan İlksatır Yayınevi’nin Kurucusu Bahar Şen Kazancı, “Hayatımda ne yaparsam yapayım ölmeden önce mutlaka bir yayınevi kuracaktım” dedi. Kendilerini zorlayanın yayıncılık dünyasının değil pandemi süreci olduğunu söyleyen Şen Kazancı, böyle zor günlerde en büyük sığınağın kitaplar olduğunu belirterek ekibiyle beraber bu yolda ellerinden gelen çabayı göstereceklerini belirtti. 
İlksatır Yayınevi Kurucusu Bahar Şen Kazancı
Soldan Sağa Nermin Mollaoğlu, Ezgi Özbek Şenel, Bahar Şen Kazancı, İoana Tezçakın Tiron
İlksatır Yayınevi Kurucusu Bahar Şen Kazancı, İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali’nde (İTEF) ‘İlk Roman, İlk Çeviri, İlk Yayın’ başlıklı söyleşide pandemi sürecinde yayınevi kurma hikâyesini anlattı. Kalem Telif Hakları Ajansı’nın girişimiyle 2009 yılından bu yana gerçekleştirilen İTEF 2020’nin ‘Günebakan’ serisi çerçevesinde düzenlenen söyleşinin moderatörlüğünü edebiyat ajanı Nermin Mollaoğlu yaparken Ezgi Özbek Şenel ilk romanı ‘Kartela’yı ve İoana Tezçakın Tiron da Rumenceden Türkçeye çevirdiği ‘Kelimesiz Ela’ adlı kitabıyla ilgili soruları yanıtladı.

“Mutlaka bir yayınevi kuracaktım”

Daha önce yayıncılık dünyasında yönetici pozisyonunda çalıştığını ancak metin yazarlığı ya da editörlük gibi bir görev üstlenmediğini anlatan Şen Kazancı, “Ben hep iyi bir okur olmaya ve okuduğumu iyi anlamaya çalıştım” dedi. Yayınevi kurma fikrinin her zaman aklında olduğunu söyleyen Şen Kazancı, “Hayatımda ne yaparsam yapayım ölmeden önce mutlaka bir yayınevi kuracaktım. Belki bu 70 yaşında olacaktı sadece 1 kitap yayınlayabilecektim ama yine de olacaktı. Bu alanda mektepli – alaylı ayrımına da çok takılmıyorum. Ne yaparsanız yapın, gayret ettiğinizde, disiplinle ve özveriyle çalıştığınızda iyi şeyler yapılacağına inanıyorum. Ben olaya buradan bakıyorum”

2019’un Kasım ayında kurdukları yayınevinin ismine Genel Koordinatör Begüm Kaya ile birlikte karar verdiklerini anlatan Şen Kazancı, “İlksatır kelimesi bizi çok heyecanlandırdı. İlk satırı yazmak en zorudur. Yeni bir hayatın başlangıcıdır çünkü” diye konuştu.

“En iyisini yapmak istiyorum”

Şen Kazancı, Mollaoğlu’nun “Pandemi sürecinde insanlar şirket kapatırken sen yayınevi kurdun ve her geçen gün ekibi de büyüttün. Hiç ‘Doğru mu yapıyorum acaba?’ dediğin oldu mu?” sorusunu şöyle yanıtladı: “Evet biz şirketi kurduk ve çok kısa süre sonra pandemi başladı. Olumsuz bakanlar, yorum yapanlar elbette oldu. Fakat ben sadece bir kez, bir kız arkadaşım ile konuşurken ‘Ben ne yaptım?’ diye düşündüm. O düşünce de o konuşma bitinceye kadar sürdü sadece. Çünkü beni zorlayan yayıncılık dünyası değil, hiçbirimizin tahmin edemediği pandemi süreciydi. Belirsizlik herkesin hayatını zorlaştırdı. ‘Ben bu yola girdim ve benim için bu yoldan çıkış artık yok’ diye bakıyorum olaya. Dolayısıyla yapmam gerekeni en iyi şekilde yapmak istiyorum.”

Mavisel Yener’den yeni kitaplar

Yayınevinde baskıya giden ve gitmeye hazırlanan beş kitaplarının olduğunun bilgisini de veren Şen Kazancı, “Yılbaşına kadar her ay 5 kitap hedefiyle çalışıyoruz. Çocuk, kurgu, kurgu dışı kitaplarımız var. Denge tutturmaya çabalıyoruz. En heyecanlandığımız, çalışmaktan mutluluk duyduğumuz yazarlarımızdan biri çocuk ve genç edebiyatının önemli ismi Mavisel Yener. Yine şahane kitaplar hazırladı. Başka sürprizlerimiz de olacak çok yakında” ifadelerini kullandı. Zor günlerde en büyük sığınağın kitaplar olduğunu, bu süreçte kitap satışlarının arttığını anlatan Şen Kazancı, bize başka dünyaların kapılarını ancak edebiyatın açabileceğini, bu yüzden de bu alanda ekibiyle birlikte ellerinden gelen çabayı sonuna kadar sürdüreceklerini söyledi.

Kovid-19 tedbirleri kapsamında dijital ortama taşınan festival, muhteşem bir boğaz manzarası eşliğinde sosyal medya hesaplarından da canlı olarak yayınlandı.

İllüstratörler Gül Sarı ile Çizginin Ucunda

Yetenekli illüstratörlerimizden Gül Sarı ile ''çizginin ucunda''...
İllüstratörler Gül Sarı
Gül Sarı'yı resim çizmeye iten şey neydi?
Diğer pek çok çizerinkine benzer olarak, benim de çocuklukta başlıyor resim serüvenim. Annemin anlattığına göre; okuma yazmaya ilk başladığımda defterlere harfleri yazmak yerine değişik resimler çizermişim. O da bu duruma bir hayli çıldırırmış :) Hatırladığım kadarıyla, daha çok ''yapılamayan'', ''alınamayan'' şeyler için kullandığım bir araçtı çizmek. Ders saatlerinde kaçırdığım çizgi filmlerin veya çok istememe rağmen bir türlü alınmayan oyuncakların yerine koymam için yarattığım eğlenceli bir oyundu... Çizmek, her istediğimi yapmama fırsat tanıyor ve beni mutlu ediyordu. Belki de hâlâ çocukluğumdaki o mutluluğu kaybetmek istemediğim için çizgilerin dünyasında dolaşıyorumdur.
Bağımsız çalışan bir çizer olarak gününüz nasıl geçiyor?
Sürekli evde çalışan biri olarak belirli bir düzen kurmam gerekiyor olsa da hâlâ net bir standardım yok. İşlerim yoğun olduğunda genelde geç saatlere kadar çalışabiliyorum. Zamanın nasıl geçtiğini fark etmeden üstelik. Eğer işlerim hafiflemişse gezmeyi tercih ediyorum. Çalışırken bazen çok gergin, telaşlı ve çekilmez olabiliyorum :)
Hayatı çizginin ucunda görmek nasıl bir duygu?
Pek konuşma yeteneğine sahip biri olduğum söylenemez. Kendimi daha çok heyecanlı ve tez canlı biri olarak tanımlayabilirim. O yüzden, çizerek bir şeyleri anlatmak daha kolay oluyor benim için. Bir de bir şeyleri sözcüklerle anlatmaktansa çizgilerle ifade etmek daha etkili oluyor. İşte bütün çabam bundan...
Gül Sarı'nın paletinden genelde ne tür işler çıkıyor? Çizim serüveninizde sizi etkileyen özel bir isim oldu mu?
Genellikle çocuk kitapları resimliyorum. Bunun yanı sıra kolaj yapmak da çok hoşuma gidiyor. Aslında çocuk kitapları benim için çok yeni bir dünya. Devamlı kendimi, acaba daha nasıl geliştirebilirim diye düşünüyorum. Hayalim ise metniyle, resimleriyle, kısacası bütünüyle bana ait bir çocuk kitabına imza atmak. Tabii bu hedefim için henüz biraz yolum var. Beni en çok etkileyen çizerler Ronan Badel, Beatrice Alemagna ve Benjamin Chaud.
Tudem Yayın Grubu'yla yollarınız nasıl kesişti?
​Tudem'le yollarımızı aslında biraz da ben ''zorla'' birleştirdim diyebilirim. Yolculuğumuzun çıkış noktası biraz karışık. Yaklaşık iki buçuk yıl öncesine dayanıyor. Daha önceleri yine Tudem'le çalışmayı çok istiyordum ve hatta pek çok farklı kanaldan da ulaşmayı denemiştim. Ama olmadı. Ta ki İstanbul Kitap Fuarı kapsamında düzenledikleri illüstratörler buluşmasına kadar. O günü de çok komik bir anıyla hatırlıyorum: Buluşmanın olduğu tarih bir sınavımla çakışmıştı. O nedenle görüşmeye bizzat kendim katılamamıştım ama yerime ikizimi göndermiştim. Ondan kendisini benmiş gibi tanıtmasını istemiştim. Fakat ne yazık ki çuvallamıştı :) Sevgili editörüm Hülya Dayan ve Tudem Yayın Grubu ailesi ile tanışmamız işte böyle başladı. O günden beridir de birçok ortak çalışmaya imza attık ve atmaya da devam ediyoruz. İyi ki de ''zorla'' yollarımızı birleştirmişim diye düşünüyorum.

Yayınevi Açmak Yazarların Evrimsel İsteğine Dönüşüyor

Pandemi süreci birçok yayıncıyı olumsuz etkilese de eve kapanan birçok yazar ertelediği kitaplarını yazma fırsatı buldu. Yazar Yiğit Kahraman kitaplarını tamamlamasının ardından bu süreçte kimsenin cesaret edemeyeceği bir işe girişti ve hayalindeki yayınevini kurdu. 
antimimik yayınları, yiğit kahraman
Edebiyat platformunuz Okuyorum.org olarak bu hafta Antimimik Yayınları Kurucusu Yazar Yiğit Kahraman ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. 
Yiğit Kahraman kimdir?
Kimdir Yiğit Kahraman… 85’in Ocak ayında doğdum. 12- 13 yaşlarımda kütüphaneden aldığım Kafka kitaplarını okudum ve o zamandan beri huzurum yoktur… Gerisi önemli de değil. Metinlerim var. Bir de fiziki olarak ben varım hayatta. Bazı işler yazdım, çektim sonra yine yazdım. Sıfatsız, zamirsiz yaşamaya çalışıyorum. Biri yazar, yönetmen deyince hep utanırım. Hakkımda söyleyebileceğim şey aslında kendimi bildim bileli bir anarşist olduğum ve öyle yaşayamaya çalıştığım ama sonunda da bir şekilde pasifist olduğum sanırım.

Polisiye öykü kitaplarınızda  ve Romanda  iktidar güç eleştirisi üstüne yoğunlaşmışsınız… Klasik polisiye harici eserleriniz güçlü toplumsal sorunlara değiniyor ve bunu yaparken psikolojiden yararlanıyorsunuz. Freud ve Foucalt gibi isimlerin yanında birçok yönetmene de gönderme yapıyorsunuz.
Güç saf kötülüktür. Yapısı itibariyle böyledir. Güce ulaştım bitti diyen hiçbir iktidar ya da kişi yoktur. Bundan sonra o gücü muhafaza etmesi gerekir. Bu da kötülüğü ve yıkımı doğuracaktır. Öykülerimdeki sarmal ve sonundaki katil de aslında her zaman gücün ya da devletlerin dönüştüğü yer oluyor. Fiziki olarak bir insan olsa da katiller, devletleri temsil ediyor. Hannya- Maskeler ve Yüzler öykü kitabımda daha çok olmak üzere serideki diğer bazı öyküler ve romanda da olan bir şey bu.

Türkiye’de okumadığım şekilde yazıyor ve birçok metafor kullanıyorsunuz. Değişen, dönüşen maddeler ya da canlılar oluyor bunlar.
Kesinlikle, zeka pırıltısı olan metinler yazmayı seviyorum. Kendim keyif alıyorum şu an sadece. Toptaş’ın çok sevdiğim bir söyleşisini dinledim. Onun bir sözü vardı. ‘Yazdıklarımı yan odada oturan bir başka ben dinliyormuş gibi’ yazıyorum diyor. Ben de aynı şekilde yazıyorum. Her işimi de böyle yaptım. Sinema olsun, edebiyat olsun ödül veya festival kaygısı olmadan çalışmak insanı özgürleştiriyor. 20’li yaşlarında değer verdiğin ödül, kariyer gibi şeylere bakış açın olgunlaştıkça değişiyor. O yüzden genç yazarlara ve sinemacılara naçizane tavsiyem; iyi kitaplar yazıp, iyi filmler çekmeleri sadece. 

Sinemacı bir tarafınız da var. Yönetmen olarak çektiğiniz kısa ve uzun filmleriniz olduğunu gördüm.
Evet aslında yine aynı şey. Sinemadan bakacak olursak, benim de bulaştığım festival filmi denilen bir sektör var. Sektör diyorum çünkü bu sadece bazı fonlardan para kazanma amaçlı çekilen işler. Turkiye’dekilerin anlamadığı şey de bu. Tüm dünyada bu böyle. Yani bu o filmlerin iyi olduğunu göstermiyor. Sadece Türkiye’de değil yani bu sorun. Bu bir kandırmaca. Sanatın arka planda olduğu bir modern yamyamlık. Bir paragraf hikâyeden bir uzun metraj çıkarılıyor ve komik şekilde el üstünde tutuluyor. Daha sonra öykü bir kutsal kitap oluyor ve yönetmeni de kendini filozof sanıyor. Komik ve yanlış işler bunlar. Bu yüzden her zaman diyorum bu işlerin er meydanı edebiyat. Er meydanında değilsin ki sen. Sen budalalık yapıyorsun sadece. Bu filmcilik de değil. Böyle anmasın sizi insanlar. Ödüllü kısa film. Ödüllü film. Nasıl kaçıyoruz… He ne yaparsın? Metaforik anlatım yapısını kullanırken, izlenen film de mi yapmak istiyorsun, bunun en güzel örnekleri; Ashgar Ferhadi ile Cannes ve Oscar’da en iyi film ödülü alan Bong-Joon-Ho gibi yönetmenler. İki tarafı da çok iyi harmanlayan harika yönetmenler bunlar. Çok özenecekseniz onlara özenin, bu gibi şeyler çekin.
Ben o filmlere bu filmin kitabı olsa okur muyum acaba diye bakıyorum biraz da. Bu yüzden şunu görmesi gerekiyor genç sinemacının. Sinema çok değişti artık. Sinema bilim kurgu ve fantastik işlerin gizemli bir kurguda işlenip ön planda olduğu bir yere doğru gitti ve güzel de bir yere gitti açıkçası benim açımdan. Açıkçası kariyerim, festival filmcisi şeklinde ilerlemediği için her gün daha çok seviniyorum. Gerçek bu. Çünkü yaratıcılığı mutlak şekilde öldüren bir şeydi o. Öyle filmler yapsam, yazmak istediklerimi yazamazdım. Ben olamazdım. Olması gereken oldu. 

Ama sizin de öyle bir uzun metraj filminiz var sanırım. Fragmanını izlemiştim.
Ben yine kendi tarzımla bir taşra hikâyesi çekmiştim ama yine kendime çektim sanırım. Önceki işlerim gibi sinemayı öğrenmek için yaptığım işler. O filme başlayıp bitirirken yıllar geçti ve o süreçte benim sinema anlayışım bile değişti. Aslında buradakilerin çoğuna ayar verir o iş ama sadece işin tekniğini beğenmedim. Çoğu da zaten işi anlamadı. Türkiye’de bir taşra filmini Lynch veya Cronenberg çekse gibi bir şeydi. O yüzden üstüne de düşmedim. 3 kere tekrar çekmeme rağmen. Festival peşinde de koşamadım. Bir yaratıcı için yorucu ve ve yıpratıcı, enerji yiyen koşturmacalar bunlar. Postunu da yapmadım. Ben tatmin olmuştum ve vizyona da sokarım, güzel insanlar da var içinde ama kim izler? Bu işleri çekenler de bunu sormalı kendine artık. Daha sonra polisiye ve gizem filmleri çekeceğim tabi ki ama edebiyata can feda. Şimdilik böyle. 

O zaman edebiyat mı sinema mı?
Her gittiğim çekimcilik işinde, arkadaşlara; ben aslında yazarım derdim.
Sinemanın aşkı içine girdi mi gitmiyor tabi ki ama artık benim için bir challenge (sınama) değil. Sinemaya başladıktan sonra eseri topluma sunmak çok uzun sürüyor ama ben yarattığım metinlerle en fazla 1 günde vedalaşmayı seviyorum. Bu yüzden edebiyatı daha çok seviyorum.

Polisiyeleriniz Türkiye’de okumadığım şekilde sürprizli ve psikolojik. Çoğu da distopik ve fantastik. İlk kitapta öldürülenler fazlaca dedektifler… bazen de aslında yoklar gibi… Öykülerinizde her zaman dedektiflerin ve mekanın metaforik bir öğesi de işleniyor. Bazen psikolojik oluyor bu bazen de zamanı bükerek.
Klasik tek mekan katil kim öykülerimin içine bile biraz fantastik öğe yazıyorum. O değişen dönüşen metafor aslında benim hikâyem için gerekli.  Rüya işlemek de bana doğarken şifreyle gelmiş bir şey sanırım.

Eserlerinizde maske, kuklalar, kara maddeler, çoğalan aynalar, değişen dövmeler, yüzleri göremeyen şüpheliler var… 
Dünya samimi ve adil bir yer değil. Çevrene topladığın insanlar kadarsın. O yüzden maske, yüz ve ayna metaforu bir toplum eleştirisi. Sosyolojik olarak da aslında bunlar günümüzde çok değerli metaforlar. Sosyal medya bunu özetler sanırım. İnsan iletişimi için korkunç bir çağ içindeyiz.

Öykülerinizde her zaman bir metafor var. Kokuyla delirmiş bir genç olan mavi öyküsünde de vardı. Polisiye öyküler ama King’in kullandığı metaforlar gibi alt metinleriniz de var. Hangi yazarları okursunuz? Sevdiğiniz Türk Polisiye yazarlar hangileri?
Kafka, King, Poe, Cristie, Sayers bu majörleri saymama gerek yok. Onun harici Polisiye yazan İskandinav yazarları seviyorum. Major Türk polisiye yazarlar harici son dönemdeki Türk polisiye yazarları okumadım açıkçası. Yeni yeni isimlerini öğrenip bakmaya çalışıyorum. Kim neler yazmış diye. Bir de bazı Türk polisiye dergilerde birkaç öyküyü inceledim. 

Hannya ve Hannya Polisiye serisi nedir? Eserleriniz neden Japonya’da geçiyor?
Hannya japon mitolojosinde olan dişi bir kötü ruh aslında. Şeytan metaforu. Feodal Japonya’da kadınlara yönelik olarak kullanılan bir simge. Benim kullanma amacım ise yine geleneksel Noh tiyatrosunda kullandıkları maskeler yüzündendir. Öykülerim çoğunlukla Japonya’da geçiyor ama aslında bunun birçok nedeni var ve bunu uzunca anlatırım ama işin travmatik tarafını ele alırsak Japon kültürü ve sineması beni çok etkiledi sanırım. Ergenlik zamanımdan bu yana Japon yönetmenleri çok seviyorum. ‘Onibaba’ filmi olmasa bu serinin ismi de Hannya olmazdı sanırım. Ben de ben olmazdım. Ya da Kaneto Shindo olmasa ben yazar olmazdım.. Ya da Toptaş…Lynch, Cronenberg, Swankmajer gibileri.

Kitaplarınızın isimleri oldukça ilginç. Sırasıyla şöyle galiba; Hannya- Maskeler ve yüzler, Hannya- Beyaz Kan, Hikimori -Salyangoz maskesi, Noh-Mikropsi. Bunlar 4 kitaptan oluşan Hannya Polisiye serisi ve bir de Helena Anentome isimli polisiye romanınız var. Bu isimleri nasıl buldunuz? İsimleri nasıl oluşturuyorsunuz? 
İsimleri, yazarken hikâye kendi oluşturuyor. Baştan koyduğum hikâye ismi çok az. Başlıksız başlıyorum genelde. İsimler sonradan geliyor. Normalde tek isim severim ama bunlar bir film değil. Bunlar birçok hikâyenin bir arada olduğu kitaplar olduğu için kitabı en çok anlatan öykü isimlerini seçiyorum.  

Neden yayınevi açtınız? Şaşırıtıcı şekilde bir anda 5 kitap birden çıkardınız…
Yayınevi açmak yazarların bir süre sonra evrimsel bir isteğine dönüşüyor. Benim de öyle oldu. Ama şöyle söyleyeyim; Pandemi çıkmasa ne kitaplarımı ortaya çıkarırdım ne de yayınevi açardım. Şaşıracaksınız ama bir tanesi yılladır duruyordu. O kitabın çoğu öyküsü için on yıla yaklaşıyor bu zaman. Diğer kitapları da çıkarmayı düşünmüyordum. Çünkü kendim keyif alıyorum o bana yetiyordu. Dediğim gibi pandemi olmasa şimdi bunları konuşuyor olmazdık. Yurt dışı için sanatçı vizesi hazırlıyordum, böyle bir şey oldu ve şimdi bununla uğraşmak istedim. Sebebi sadece bu. Çünkü ben her şeyi kendim için yapıyorum. Kendim keyif alıyorum. Bu yüzden hiç tanınmamak, hiç bilinmemek benim için en iyisi. Gerisi beni rahatsız eden bir şey. Filmcilikte de böyle bu. Arkadaşlarımın söyleşilerinden bile kaçtım. Ama edebiyata gerçekten can feda. 

Yayınevinde başka yazarlara yer var mı?
Tabi ki. Başka yazarların polisiyelerini basmak istiyoruz ama hala sevdiğim bir dosya gelmedi. Birkaç tane geldi ama ücretsiz basmayı hak eden olarak ilgimi çeken olmadı. Ücretsiz de basacağım polisiye olacak. Bunu açıkça da söylüyorum. Böyle hiç dosya gelmese de gerçekten önemli değil. Antimimik, şu ana kadar zaten amacına ulaştı benim için. Hatta yazarlar için şunu söyleyebilirim. Yazarlar bizi sadece polisiye basıyoruz diye düşünmesin. Tür harici dosya basmak için Nikomedia yayınları isimli yeni bir yayınevi kurduk polisiye ve tür harici diğer dosyaları burada değerlendireceğiz. 

En sevdiğiniz Türk yazarlar?
En sevdiğim Türk yazarlar polisiye yazmayanlar aslında. Toptaş ve Haldun Çubukçuyu çok severim.  

Bir polisiye yarışması açtığınızı öğrendim. Antimimik yayınları Polisiye yarışması nasıl olacak? 
Şu an için tanıtmakta zorlanıyorum sanırım. Daha çok yeni bir şey. 3 ay daha dosya bekleyeceğiz. Dosya gelmese de önemli değil ama şimdiden birkaç dosya geldi. Onları basarım, önemli değil. Tükiye’de polisiye ile ilgilenen dergiler Antimimik’i bir rakip olarak gördülerse üzülürüm. Hepsinin kendi yayınevi ya da birlikte çalıştıkları yayınevleri var. Basın bülteni attım ama yayınlamaktan bile imtina ettiler. Aslında bakarsanız hiç de önemli değil. Ama Polisiye’ye destek veriyorsan, yeni yazarlar çıkmasını istiyorsan al yayınla işte. Yeni yazarlar için bir fırsat bu. Demek ki amaç o değil aslında. Ben destek veriyorum işte.  Yarışma harici ücretsiz polisiye de basacağım. 

Öyküleriniz oldukça akıcı ilerliyor ve diyalog kullanımını da oldukça fazla buldum.
İşIerim sinematografiktir, evet. Diyalog da benim için aslında kurguda bir hikâye yaratımı olarak ilerliyor. Diyalog yazarken daha kolay ve çok hızlı hikâye ve yan hikâyeler oluşturuyorum. Belki sinemadan beslendiğim için bilmiyorum. Dediğiniz gibi metinler aynı zamanda çok akıcı evet çünkü metinlerimde betimleme yapmayı sevmiyorum. Görselliğin bu kadar çok olduğu bir zamanda artık öyle bir edebiyatın anlamı yok bana göre. Bir odaya girince odada ne olduğunu herkes biliyor. Bazen Betimleme yapıyorum ama bana komik geliyor, gülüyorum. İlla yapacaksam şiirsel ve metaforik olmasını sağlıyorum.

Bundan sonraki hedefler?
Bundan sonra metinlerin İngilizce çevirisini yaptırıp, yurt dışında yayınlatmak ve filmler çekmek. Bir de pandemi biraz daha geçtikten sonra yurt dışına çıkacağım. Geçecek gibi de değil ama bakalım. 

Yazarken nelerden etkileniyorsunuz?
Bu şey, ilgimi çeken tek kelime de olabiliyor ve sonra bundan sayfalarca uzun bir hikâye çıkıyor. Fantastik ve distopik yazılan metinlerin konularında bile gerçek hayattan etkilendiğim oluyor. En sevdiğim kitabım olan Hannya- Beyaz Kan polisiye öykü kitabımda Komo diye bir öykü var ve aslında tamamen Palu ailesiyle ilgili. Tuhaf bir güç iktidar kullanımı var o gerçek hikâyede. Söylemezsem anlamazsınız ama onlardan etkilendim. Ya da ölümleri bazen gerçek hayattan alıp, öyküleştiriyorum.  Gerçek hayat o kadar korkunç ki, romanlar bile o canavarlığa yetişemez. Ben de değişik ölüm şekilleri yaratıyorum ama öyle korkunç ölümleri kafamda kuramıyorum. Ablasını 200 parçaya bölen insanlardan bahsediyoruz burada. Türkiye’de olan bir şey bu. 

Roman yazmayı mı, öykü yazmayı mı daha çok seviyorsunuz?
Öykülerimin hepsi birer roman da olabilir ama ben tez canlıyım. Her şey hemen bitsin isterim. O yüzden roman yazmayı sevmiyorum. Aslında yanlış ve sevmediğim bir huyum. Bana göre öykülerimin hepsi birer uzun metraj film. Bazılarını da ilerde çekmeye çalışacağım. Tek mekanda geçen polisiye öyküleri çekebilirim. Tuhaf olan 30 farklı polisiye hikaye üretmiş olmam. Bu yüzden mutluyum. 

Aslında Polisiye roman yerine, polisiye öykü yazmak çok daha zordur. Sanırım Türkiye’de birkaç kişi hariç polisiye öykü kitabı yazan yok. 
Evet öyleymiş. Bulmaca yaratırken ekonomik davranmak çok sıkıntılı. Türkiye’de polisiye öykü kitapları okunmuyormuş sanırım bir de o var. Yine de ben öykü kitabı yazmayı çok seviyorum. Şu an bir polisiye roman daha yazıyorum ama daha sonra sanırım hikâye yazmaya döneceğim. 

Öykü kitaplarınıza göre ilk Polisiye romanınız Helena Anentome’de fantastik bir metafora rastlayamadım. 
Helena romanım aslında en düz polisiyem. Genel okuyucu için. Herkes okusun diye yazdım. Öldürdüklerinin yanına katil salyangoz Helena bırakan bir katille ilgili ama o da yine toplumsal bir hikâyedir. En çok da o satıldı. Bir günde baskının yarısı bitti. Sürprizbozan verecek olursam eğer, tek fantastik öğe de sanırım dedektifin gördüğünü sandığı salyangozlar. 

Yurt dışına giderseniz yayınevi ne olacak?
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim yayınevi kesinlikle işleyecek. Hala Türkiye’de nasıl çevrilmemiş bu dediğim yabancı polisiye yazarların kitapları var. Belki onları çevirtirim, belki çevirtmem. Şu an için plan yapmıyorum.  Ama yayınevi ben yurtdışına gitsem de duracak ve işleyecek Yayınevini dışarıdan idare etmenin bir yolunu bulduk. Bu yüzden her zaman kendi kitaplarımı basacağım ve başkalarınınkileri de elbet.

Neden salyangozlara bu kadar takıntılısınız?
Aslında bu ölümcül bir paradoks. Şaka yapıyorum. Bunun birçok nedeni var. Altın olmasını istemediğim oranlar, Tuz, spiral ve bulmaca kabuklar diyebilirim. Gerisi uzun bir roman olur.

Salyangozlar diye bir kitabınız da var. İlk kitabınız sanırım…
Evet ama öyle sanılsa da Salyangozlar bir polisiye kitap değil. On yıldır yayınlamadığım bir dosya. İktidar- Güç eleştirisi temelinde yazdığım, fantastik, distopik ve büyülü gerçekçilik içeren hikâyeler var içinde. Bu kitaptaki tam 11 öyküyü de ‘filme çekebilirim ben bunları sanırım’ diye yazmıştım. Hatta bazılarını tek mekan yazarsam daha kolay çekerim diye düşündüm. O kitapta klasik büyülü gerçekçilik içeren edebiyata selam çaktığı ‘Salyangozlar’ öyküsü aslında uzun alt metinleri de olan çok sevdiğim bir taşra hikâyesidir. O hikâyeyi işte cümle cümle filme çektim. Toptaş’ın gölgesizlerine benzetirim onu ben. 

Dikkatimi çeken, Salyangozların arka kapağında şöyle bir şey yazıyor;
Aslında Salyangozlar, sanki Freud, Borges, Toptaş, Kafka, Poe, King, cristie ve Focualt birilerini öldürürken; Swankmajer, Lynch ve Cronenberg gibi yönetmenler de onları çekiyorlarmış gibi garip bir paradoksun dokusunu içerir. 
Orijinal kitabın arkasında yazım yanlışları olsa da evet aynen öyle. Ama o aslında Hannya- Maskeler ve Yüzler polisiye öykü kitabım için yazılmış bir cümleydi.  Oraya koymak istedim sadece. Salyangozlar en amatör işlerim. Polisiyeler de daha sonra metinler ve kurgu profesyonelleşti. Okuyucu polisiye kitapları sırayla okursa zaten hissedecektir.

Hannya polisiye serisi isimden de anlaşılacağı üzere bir Japon ismi ve eserlerinizde oldukça fazla Japon isimleri var.
Çoğu sevdiğim Japon yönetmenlerin ya da film karakterlerinin isimleri. Aslında bu öyküler Türkiyeli öyküler. Bu yüzden zaten evrensel işler diyorum bunlara ben. Ben burada büyüdüm, buranın kültürüyle yetiştim. İsimleri Türkçe, yakuzaları Türk mayfası diye düşün. Arnavut veya Rus mafyası diye düşün. Hikâye yine çalışır. Bazı Japon mitolojilerinin hikâyelerinin içinde geçtikleri öyküler hariç  diğerleri oldukça evrensel öykülerdir. Zaten zamansız, mekansız, distopik, fantastik işlerden bahsediyoruz burada. 

Neden Türk isimleri kullanmadınız o zaman? 
Aslında olay Japon isimleri de değil. Ben isimlerin bazılarını da kendim yaratıyorum zaten. Sizin öyküde okuduğunuz ve Japonca sandığınız şey aslında benim yarattığım bir isim olabilir. Bir taraftan da Türk isimleri diye kullanılan isimleri ben açık söylemek gerekirse sevmiyorum. Çünkü Türkiye’de kullanılan isimlerin çoğu aslında Arap isimleri. Arap olduklarından da değil. Sadece bana estetik gelmiyor. Tek neden o. Hece ve estetik bakımından Japon isimleri kullanıyorum. Bir kitabımı da sadece eski Türkçe isimlerin olduğu karakterlerden oluşturacağım. Zaten sadece Japonya’da geçen hikâyem yok. Almanya, Balkanlar, İspanya ve daha birçok başka yerlerde geçen öykülerim ve bu ülkelere ait dillerde olan isimlerim de oldukça fazla. Hatta şu an Polonya isimlerinin olduğu Polonya da geçen bir polisiye Roman yazıyorum. Polisiye yazarlar için gayet normal şeyler bunlar.

Nasıl bir yazma ritminiz var? 
Yazma ritmim aslında memur gibi işe gidip yazmaktan ibaret gibi. Kahvaltı ve kahve sonrası bir süre ayılmayı bekliyorum. Daha sonra bilgisayar başına oturuyorum ve mesai başlamış oluyor. Diğer türlü ‘romanı 1 yılda yazdım, şu kadar zamanda yazdım’ gibi şeyler benim için geçerli değil. Ben hızlıca yazıyorum sanırım. Dikkat dağınıklığım olmasa çok daha kısa sürelerde bitiririm. Bilgisayar internetle birleşince kendi açımdan çok yavaş ilerliyorum. Kendimi her koşulda yazmaya hazırlıyorum. Eskiden fiziksel olarak yorgunsam, yazamaz ya da başlamazdım ama şimdi kendimi bu koşullara da alıştırıyorum. Her yerde, her koşulda yazmak benim için çok faydalı olacak. Zaten en zor, en sıkışık zamanlarda en iyi işler çıkar.

Antimimik nedir? Nereden çıktı?
Antimimik hayata karşı duruşum. Birçok değişkenin bir araya geldiği, kendi içinde metaforik bir alt metni var Antimimik’in. O da uzun bir roman olur. 

Sorularımıza verdiğiniz cevaplardan ötürü teşekkür ederiz.
Rica ederim. Ben de Okuyorum.org ekibine ilgilerinden dolayı teşekkür ederim.