The Most/Recent Articles

Nil Eren Kömek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nil Eren Kömek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Koca Yüreği Anadolu Diye Çarpan Bir Yazar: Osman Aytekin

Osman Aytekin, Anadolu'yu; toprağını olduğu kadar insanını da sinesinde evirip çevirmiş, sindirmiş ve demlenmiş bir Yazar.
osman aytekin
Ne vakit Kampüs'te bizimle birlikte olan , sohbetlere katılan , alçak gönüllü Yazar Dostlar'ımızla buluşsam, yüreğim ağzımda atıyor ne yalan söyleyeyim...Teşbihte bir hata yapar mıyım? Sanal ortamdan ya da telefondan konuşurken , kalplerini kıracak ya da onları incitecek bir kelam sarf eder miyim? Olur ya, bir densizliktir alıp başını gidiyor başka diyarlara, ben de yakalanır mıyım ki o çağ hastalığına...? Ya mahçup olursam?...
Bugün aramızdan bir CEVHER ile , onun kocaman , 'Anadolu! Anadolu!' diye çarpan koca yüreği ile, gerek yazışmalarımızda, gerekse konuşmaya doyamadığımız telefon görüşmelerimizde , derya deniz olduğunu her daim hissettiğim bir Dostum ile; Osman Aytekin Hocam'la daha yakından tanıştıracağım sizi. Yaşadıklarından öğrendiği pek çok şeyi olan, çok sevdiği Anadolu'yu; toprağını olduğu kadar insanını da sinesinde evirip çevirmiş, sindirmiş ve demlenmiş bir Yazar , Aytekin. 
Birbirinden güzel öyküleri, mis gibi yaşanmışlık ve tanışıklık kokuyor. Elbette tek tek öykülerden bahsedip, işin sihrini kaçırmamak lazım. Zira her biri ayrı telden çalan tam on dokuz öykü ile selamlamış Anadolu'yu , insanını ve okurunu Yazar. 
'Ayrı telden' , deyimimin nedenini de yazayım : Bir bakıyorsunuz, Kurban Bayramı'nda ' Hayvan Cambazı' Göbekli ve Lüzumsuz ile eşek kaldırma iddiasını girmişsiniz, 'canım yurdum insanı hey gidi!' diyorsunuz , bir bakıyorsunuz 'Yalnızlığın Gölgesinde' ile sinik ve acılı bir adamın , yağmurda yürüyüşüne eşlik ediyorsunuz. İçinizden de 'Ahh, keşke bir tanışına rastlasa..' derken yalnız adam birden bire hepimizin tanıdığı Yusuf Dayı'ya evriliyor. Yok mudur her birimizin hayatlarında ,izi olan, biz küçükken ya da ilk gençliğimizi yaşarken bizi sahiplenmiş , hayatımıza dokunmuş bir büyüğümüz? Benim Yusuf Dayı'm, gerçek anlamda Dayım'dı. Ahmet Arabacılar. İlkokula giderken bana okuma-yazmayı öğrendim diye, koca bir çanta kitap alıp getirmişti sahaftan. Eh işte, o gün bugündür okuyorum. Kendisi 35 yaşındayken Trafik Canavarı'na yenildi... Işıklarda uyu canım Ahmet Dayıcığım.
Yani Dostlar; Sizden, bizden,onlardan izler taşıyan bu güzelim öykülerin tadını ancak okuyup, onların sizi geçmişinize savurmasıyla , öykülerdeki kahramanlarla tanış çıkmanızla tat alabilirsiniz diyorum. Tıpkı benim gibi...
Romancı , Öykücü, Ressam, Gazeteci, Yazar veee bir 'Baba' ile daha yakından tanışmış oldum, Buluşma'yı okurken. Nezaketinize, duyarlılığınıza ve sanatçı duruşunuza kucak dolusu teşekkür ederim Osman Aytekin Hocam.
'İnsan zamanında göze almalıydı denenmemiş başlangıçları...Belki görmezden gelinirdi hafifletilmiş hasarları , gelinen enkazları... Bir romandan ya da bir filmden çıkıp ,aydınlık bir inat gibi yeniden karışmalı mıydı hayata? Hayat hiç el değmemiş gibi yeniden yaşanır mıydı? Bu mukabil miydi? ' Buluşma /Yalnızlığın Gölgesinde (sayfa 108)
Not: Buluşma'nın kapağını da çok sevdiğimi yazmalıyım. Tasarımı yapan Rengin Medya'ya da selam olsun, diyorum. Sevgiyle kalın....

Nil Eren Kömek / Kitap Kampüsü

Kızıl Darı Tarlaları Kitap Yorumu Mo Yan

Bir varmış, bir yokmuş.Varlığı darlığa, yokluğu feyz yoksunluğuna neden olacak, koca koca adamların yıllarca süren savaşlarıyla , akan onca kanla sulanan, küçücük gariban insanlarla dolu, çok uzak bir diyarda Kızıl Darı Tarlaları varmış.
Kızıl Darı Tarlaları, Mo Yan
İnanılmaz bir yolculuktan geliyorum, Dostlar! Yorgunum. Ben diyeyim; okyanuslar aşarak, kıtalar arasında saniyelerle yarışarak dolaştım, siz deyin 'zamanda yolculuktur, bunun adı '...Razıyım yani, ne derseniz kabulüm. Ama önce Kızıl Darı Tarlaları'ndan söz edeyim size. Kararınızı sonraya saklayın, olur mu? Koskoca hasırların serili olduğu bomboş bir oda hazırladım sizin için. Bir yirmi-otuz yıl daha yaşlandım, sizin için.
(Ki eserin ruhu bunu gerektirdi. Hani Marquez'in öykü perisi , okuma yazma bilmeyen Ninesi vardı ya, Mo Yan'ın da var. Anladım ki benim de 'Büyülü Gerçeklik' e yelken açan bir Anneannem varmış meğer...Kulacıkları duymayan, birbirimizden ayrı geçirdiğimiz zamandan intikam almak istercesine, yakaladığı her fırsatta biz torunlarını eteğinde toplayıp, birbirinden çılgın öyküleri bize anlattığı için...Bir yoklayın bakalım hafızanızı! Çocukluğunuzdan kalma, hikayeci bir Büyükanne vardır muhakkak anımsadığınız... O hale gülümseyin, zira şanslısınız)
Ne diyordum? Hah! Bu anlatıda çay,kahve olmayacak, hatta tuvalet molası bile yok ona göre, bakın bu da sizin için. Hazırsanız eğer , şöyle gelin oturun yamacıma. Zira 'Büyülü Gerçeklik ve Sembolizm' in,vahşetin, şiddetin, yasak aşkın, açlığın, yoksulluğun, yoksunluğun, çaresizliğin ,çılgınca yaşanan cinselliğin ,savaşların ortasında kalakalmış bir halkın acılarla yoğrulmasının , canıma okuduğu kıpkırmızı bir MASAL anlatmaya başlayacağım ,yine sizin için. Bir varmıııış, bir yokmuuuş. Varlığı darlığa , yokluğu feyz yoksunluğuna neden olacak , koca koca adamların yıllarca süren savaşlarıyla , akan onca kanla sulanan, küçücük gariban insanlarla dolu, çoook uzak bir diyarda Kızıl Darı Tarlaları varmış.Ama bu bildiğimiz darı=mısır demek değilmiş haa, ona göre! Bambaşka bir tahılmış bu kızıl darı denilen bitki. tek dalında onlarca, hatta o yıl verimli geçmişse yüzlerce tohumunu cömertçe insanoğluna sunan , insanlar gibi hayvancıkların da yiyebildiği , doğadan gelen harika bir armağanmış, Kızıl Darı. Kızıl Darı eken,biçen, geçinen ,yiyen insancıkların yaşadığı bir köyde Shandog Ailesi yaşarmış. Toprağa aşık bir sülalelermiş... Büyük ve çevredekilere göre azıcık daha variyetli olduklarından , her odasında ayrı bir öykünün geçtiği bir evde yaşarlarmış Shandonglar. Bir Büyükbaba varmış kiii ; kendi halinde, ekininde tahılında, geçim derdinde,iyi kalpli bir köylüykeeen, aniden bir gün bir katil oluvermiş!
Ülkesini işgal eden Japonların vahşetinden midir? ( Burada araya girmem lazım, bir olaydan bahsetmeliyim ,sözünü ettiğim vahşeti algılamanız için: Japon askerlerinin yakaladığı bir milis - ki kendisi 15 yaşında var yok- , askerlerce köyün kasabına götürülüyor yaka paça. Kasap'a bu azılı milisin canlı canlı derisinin yüzülmesi emrediliyor. Emri yerine getirmezse kesinlikle ölecek olan kasap, çaresiz biliyor bıçaklarını....)
Kendi ülkesinin ordusundan çektiğinden midir? (Burada da bir notum olacak: Kendi halkını koruyup kollamaktan aciz, gözü kararmış,aç gözlü devlet adamlarının otoritesinde hem kendi insanıyla hem de Japonlarla savaşan aç,yorgun ve çaresiz bir ordu...)
Komünist Parti'nin milislerince tartaklandığından mıdır? (Özürlerimle girdim yine ama:))) Ülkede devrim oluyor ,devrim! Halk için, halkla bir ve bütün olabilmek için önce halkı kırıp geçirmeleri lazım tabii... !)
Yoksaaa, savaşları kendi çıkarlarına kullanmaya çalışan dağ eşkıyalarından bıkıp usandığından mıdır ( Buraları tahmin edersiniz, araya girmiyorum:)))) bilinmez, bizim Büyükbaba, bir gün uğradığı haksızlıklara tahammül edemeyerek , cinnet geçirmiş ve eli kanlı bir katil oluvermiş...O artık, gariban köylü/çiftçi tanışları için bir kahramanmış. Adetlere uymuş ve dağlarda yeni kimliğiyle konuşlanmaya başlamış. Yıllarca sakin sakin yaşamış olmasına rağmen taa içeride bir yerlerde gizlenen savaşçıyı, cengaveri -kendisi istemese de- keşfetmiş artık...
(Aslında Dostlar, başka çaresi de yoktur! Ya ölecek, ya öldürecektir.)
Bir de Büyükanne varmış tabii... Masal dediğin,, kadın kahramansız olur mu hiç?
II. dereceden bir büyükanne kendisi.Güzelce bir kadınmış. Rüyalarına giren bir Gelincik'le lanetlendiğini düşünüyor ve başına gelecek felaketi bekliyormuş durmadan. Adı üzerinde; felaket, çok gecikmeden sinsice yanaşmış genç kadının yanına!
Japon işgaline uğrayan köyünde tam altı Japon askeri tarafından yoğun işkenceyle tecavüze uğramış...................(Bakın bu da Sanrısal Gerçekçilik Akımı'na giriyor)
♠️♠️♠️NİL: Savaşlarda, cephede savaşanların çoğunluğu erkektir elbette.Adı konmuş bir dava uğruna savaştıklarını bilirler en azından o erkekler. Ama aynı zamanları , acıları yaşayan Kadınlar ve Çocuklar için apayrı bir savaş vardır devam eden, bitmek bilmeyen, boy boy acı ve işkencelerden örülmüş bir SAVAŞ! ne uğruna olduğunu bile anlayamadan ne sevdikleriniz kalır, ne namusunuz , ne onurunuz ,ne çoluk çocuğunuz, ne de ' hayat' demeye yüz bin şahit lazım gelecek olan yaşamınız.......!♠️♠️♠️ SON
✍️Not: Masalın devamını ya da açlıktan kırılan köpek sürüleriyle daha da aç olan insan sürülerinin birbirlerini yiyebilmek için nasıl dövüştüğünü ya da cüzzamlı yaşlı bir amcaya, bir yük eşeği bedelle satılan 15 yaşındaki kızın başına gelenleri öğrenebilmek için okuyun, okutun !

♠️♠️♠️ KISA KISA ♠️♠️♠️
Eleştirmen notudur: '...Çünkü dünyanın bütün yerel hikâyeleri, en basit ifadelerle en büyülü olayları hikâye etmek üzerine kuruludur. '
Eser ; gerçek , fiilen yaşanmış olaylardan alınmıştır. Bahsi geçen dönem: 1923-1976 yılları aralığındadır. Tammm 50 yıllık bir ACI dönemini kapsar.Rakamlar kesin olmamakla birlikte, 10-25 milyon Çinli sivil ve 4 milyon kadar da Çin ve Japon askeri ölmüştür.
Elbette Kızıl Darı Tarlaları, milyonlarca insanın telef olarak döktüğü KAN'ı temsil ediyor. Görselde sizin için eserde geçen kızıl darının ve tarlasının fotoğraflarını inceleyebilirsiniz.
Yazar, Guan Moe olan gerçek adını “Sakın Konuşma” anlamına gelen Mo Yan olarak değiştirmiş. Yani yeni adıyla : DİLSİZ! (Bunun nedeni eserlerinin kendi ülkesinde sık sık sansüre uğraması)
Yazar Mo Yan, bu eseriyle 2012 Yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldı . Nobel ödülünün açıklanmasından sonra, sekiz yüz nüfuslu Pingan köyüne gidip, Mo’nun hâlâ o bölgede yaşayan altmış iki yaşındaki ağabeyi ve doksan yaşındaki babası ile konuşan Guardian muhabiri Jonathan Kaiman, ödülden pek memnun görünen Çin devletinin Nobel’i “turistik bir kazanç kapısı”na dönüştürmek üzere, bu yoksul köyde, yüz milyon doları aşacak bir yatırım yaparak “Mo Yan Kültür Tecrübesi” temalı bir gezi parkı kuracaklarını yazdı...Ayrıca,kızıl darı tarlalarını, çoktandır kârsız olduğu için ekmeyen köylülere, 650 hektarlık “turistik bir tarla” için ekim parası verilmesi de planın parçasıymış.
Yukarıda kullandığım anlatım dili, eserde geçen yazın dilidir. Yazar kendi ailesinden, üç kuşağın öyküsünü romana taşırken -miş'li geçmiş zaman kullanıyor ve bunu o kadar sade ve anlaşılır yapıyor ki ,bazı sahneleri o anın içindeymişcesine ağır çekimle yaşıyor ve dolan gözlerinizi, silemiyorsunuz. Yorumcu notudur: Mideniz hassassa okumayınız! Sevgiylekalın....
KIZIL DARI TARLALARI 
MO YAN
Özgün Adı: Hong gaoliang jiazu
Çevirmen: Erdem KurtulduCan Yayınları
Çeviri: Deniz Canefe
528 Sayfa
Puan 
★★
Yorumlayan NİL EREN KÖMEK

Dosya: Dev bir işçi Orhan Kemal.

'Gelecek iyi günler hangi günlerdi?' / Murtaza
orhan kemal dosya murtaza
Şu sıralar yeniden Orhan Kemal okumalarıma başladım.Orta okulda Türkçe öğretmenimin tavsiyesi ile ki kendisi 'Türk'ün Türküsü'nü söylerseniz,ülkenizi anlayabilirsiniz çocuklarım.' derdi,taa o zamanlardan tanışmıştım Orhan Kemal ile.Ben şanslıydım.Zira o yıllarda babamın işi nedeniyle Adana'da yaşıyorduk ve idealleriyle birlikte bu topraklardan çıkan realist yazarlara sıkı sıkı sarılmış bir öğretmenim vardı. (Yaşar Kemal'de Çukurova'lıdır, Orhan Kemal'de)
Bereketlidir Çukurova toprağı.Adamı Adam,kadını Kadın'dır köküne kadar.Üzerlerinde dört dönen sarı sıcak gibidirler.Doğurgan,delikanlı,merhametli,renkli,bereketli...Fark ettim ki ne çok güzel sıfat var onlara yükleyebileceğim.Akdeniz insanını en çok onlarda yaşarsınız, görürsünüz. Sıcacıktırlar,almadan verirler onlardan istediklerinizi,açsanız en güzel yemeklerini sunarlar gülümseyen yüzlerle.. Halden anlarlar kısacası.Okumuştum bir yerlerde,Selim İleri 1960-1970 yılları arasındaki Türk Edebiyatı'na 'Üç Kemaller Dönemi' diyor.Yaşar Kemal,Kemal Tahir ve Orhan Kemal.Üstatlar, Yaşar Kemal ve Orhan Kemal Çukurova'yı ve insanlarını en derininden gelip ,en dibine tekrar tekrar girerek eserlerinde yansıtmış yazarlardır.Burada ahkam kesmek değil niyetim.Ne Feridun Andaç Hocamız gibi bir uzmanım ne de gerçekçi romanlarda yansıtılan insanların içinden geliyorum.Sadece iyi bir okur olmaya çalışan biriyim. Üstelik o toprakları görmüşlüğüm ve yaşamışlığım da var. (burada içimden 'iyi ki' demeden geçemedim dostlar!)
Başa dönüyorum izninizle...Yeniden Orhan Kemal okumalarıma, yıllar önce beni en çok etkileyen ,ağır dram Türk Filmi tadında EL KIZI ile başladım.Roman, fakir bir kız olan Nazan ile varlıklı biri olan Mazhar'ın aşkına ve evliliğine, kara bir kabus gibi çöken ,azılı kayınvalide Hacer'in hikayelerini sunuyor bize.Bunu yaparken de yazar,nasıl yazdığıyla değil,ne yazdığıyla o kadar ilgili ki,damarlarınıza kadar o insanlarla yaşıyorsunuz.Sizin gözlerinizde soluk alıp verir hale geliyorlar.Hatta Nazan'ı,Hacer'in pençelerinden kurtarmak için Orhan Kemal'e sığınıyor ve sadece 'iyilik' umut ediyorsunuz. Fakirlikse,fakirlik...Haksızlıksa,haksızlık...İşkenceyse,işkence...Kahramanlar ve anti kahramanların diz boyu haksızlık içeren savaşında net çizgilerle ayrılıyor her şey.Toplumsal sınıf farklılıklarından tutun da,zaten çocukluğundan beri ezilmiş olan genç bir kadını acımasızca batağın içine fırlatmaya kadar. Üstelik torununun (Haldun) anasıyken!Okurken insanın avazı çıktığı kadar çığlık atası geliyor.Zira bu romanın Gerçekçi yazıldığını far edecek kadar yaşıyorsunuz/yaşıyoruz bu ülkede...
Orhan Kemal gerçekçi,dramatik hatta çoğunlukla trajik romanlar yazdığı kadar çok iyi bir oyun ve senaryo yazarıdır da(Nazım Hikmet ile Bursa Cezaevi'nde yolları kesiştiğinde , onun yönlendirmesi ile şiir yazmaktansa roman ve öykülere yönelmiştir) . O yüzdendir ki; romanlarında son derece akıcı ve sürekli diyaloglar fazlasıyla yer alır.Bu durum da, romanı elden bırakılmaz kılar. Kahramanlarını acılardan acılara sürüklemekten hatta onları öldürmekten hiç çekinmez. Ne kadar acı ve keder varsa,okurların o kadar dikkatini çektiğine inanır.
Özellikle işçi sınıfını romanlarına konuk ettiğinde neredeyse her karakterin bir lakabı,bir sıfatı vardır(Bereketli Topraklar Üzerinde romanındaki üç kafadar: İflahsızın Yusuf,Köse Hasan,Pehlivan Ali..vb..).Bununla da yetinmez her kahramanını yöresel şiveleriyle konuşturur.Üstelik hatasız. 
"Emmim derdi ki, uşaklar derdi, gurbete düştünüz mü, siz siz olun, sılayı içinizden atın derdi. Atamadınız mı yandınız derdi."
Yıllar önce tam bir Orhan Kemal fanatiği olan dostum 'Türkiye'de hep sürecek olan yoksulluğun en kronik halini ,en iyi yazan yazar Orhan Kemal.' demişti.Yürekten katılıyorum...
Eleştirmenlere göre de,'Küçük insanların büyük acılarını,sevdalarını, kayıplarını,kavgalarını anlatan en gerçekçi yazarlardan biridir.Her romanında muhteşem bir insan-toplum çözümlemesini görürsünüz.Yazarın içindeki insan sevgisini , kahramanlarını acıyla yoğururken bile hissedersiniz. Hatta ben,romanlarındaki acıları yazarken gözyaşı döktüğünü bile düşünenlerdenim.Ne diyor Bilge Karasu ?:Nasıl yazıyorsam Öyleyimdir...İşte Orhan Kemal'de nasıl yaşamışsa öyle yazmış,yazdıkları gibi de yaşamıştır.
Kısa bir anekdot alıntıladım size; 
Orhan Kemal geçim sıkıntısı çektiği İstanbul yıllarında yoğun bir çalışma temposu sürdürür: Bereketli Topraklar Üzerinde, Dünya Evi, Hanımın Çiftliği, Arka Sokak… hep bu yılların ürünleridir. 'Arka Sokak ' kitabı, hep yoksul insanları, işçileri, kötü yaşamları anlattığı gerekçesiyle kovuşturmaya uğrar.Yargılama sırasında yargıç iddia makamına uyarak “Konularını neden hep fakir fukaradan, işçilerden aldığını; Türkiye’de varlıklı insanların, iyi yaşayanların da olup olmadığını” sorar. 
Orhan Kemal’in yargıcın sorusuna verdiği cevap, gerçekten de kendini anlatmaktadır: “Ben gerçekçi bir yazarım. En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından haberim yok.” Belki de bu savunmasıyla, Orhan Kemal bu davadan beraat eder...
(Burada da ister istemez Can Yücel 'in efsanevi yanıtı geliyor aklıma.Kendisi çok fazla küfür içeren konuşmaları ve yazıları yüzünden Hakim karşısına çıktığında, Hakim: 'Niçin yazılarınızda küfür içeren kelimeler kullanıyorsunuz?Üstelik sürekli ağzınızda sakızmış 'g.t' kelimesi.' Can Baba gayet sakin, yanıtı yapıştırır:'Valla Hakim Bey,bizim oralarda g.te ,g.t derler!'....Ardından da öyle bir fıkra patlatır ki davaya bakan Hakimin onun beraatına karar vermekten başka çaresi kalmaz! bknz:Anüs fıkrası!!!)
Gerçek ismiyle,Mehmet Raşit ÖĞÜTÇÜ,kendi ailesinden yola çıkarak,bakan ve gören , romanlarına konuk ettiği her insanı toplumun vicdanı kıvamına sokabilen bir yazar. Toplumsal yaralara,aile ilişkilerinden,insan unsurundan başlayarak dokunan bir Edebiyatçı.Kendi deyimiyle; Kelle kulak yerinde bir Böyük Adam,bir Kalantor! değil...
Bulaşıkçılıktan,hamallığa kadar önüne gelen ve evine ekmek götürebileceği her ekmek kapısını çalmış biri.Dört çocuğunun helal lokma yiyebilmesi için, hayatının her döneminde iki,üç işte birden çalışmış bir emekçi ..Bu denli çok eserinin olmasını,çektiği maddi sıkıntılara bağlayanların olduğu ise bir gerçek. Uzun lafın kısası: DEV bir İŞÇİ Orhan Kemal.
“Memleket, futbol, Cin Memet ve ötekiler silinmişti. Ortalık yeni yeni ağarmaya başlarken, Niyazi’yle birlikte evden çıkardık. O saatte Beyrut’un yeşil tramvayları bile seyrek işlerdi. Yalnız işçiler… O, dünyanın her tarafında, herkesten az uyuyan, kadınlı erkekli çoluklu çocuklu kalabalık… Onlar kümeler halinde yollarda olurlardı, aralarına katılırdık… Tıpkı onlar gibi, ceketlerimiz omuzlarımızda, onların bastıkları parkelere basmak gururu içinde, iş-güç sahibi insanlardık.” Baba Evi/1949
Hamiş: Başlıkta adı geçen MURTAZA, Orhan Kemal'in tüm dünyada kendine okur bulmuş ve ingilizceye çevrilmiş , romanıdır.Hakkında tezler yazılan,Bekçi Murtaza'nın kendi doğruları ile ekmeğini kazandığı Otorite arasında sıkışıp kalmasının kara mizahla anlatılmasının hikayesidir.. Okumadıysanız, okuyunuz. Sevgiyle kalın.

At Çalmaya Gidiyoruz Per PETTERSON

Yılın 'biten' son romanı ile selamlıyorum sizi Dostlar! İlk kez tanıştığım, kuzeyli bir yazarla tanıştıracağım sizi bugün.
At Çalmaya Gidiyoruz Per PETTERSON
Kendisi Norveçli. Eskiden bir kitabevi varmış ve bol bol okuduğundan olacak, günün birinde kendi romanlarını yazmaya karar vermiş.Dilimize çevrilmiş üç romanı var.Metis yayınlarından çıkan,ince ve akıcı romanlar. Ve fakat dikkatimi çeken bir detay var ki söylemeden geçemeyeceğim: Romanlarındaki her karakterde, kadınlar dahil , fazlasıyla erkek egemen duygular ve bakış açıları hakim. Romanın konusundan önce çok kısaca , Edebiyat ve Felsefe harmanı yapan Bergsoncu Düşünce'den bahsetmek gerekli diye düşünüyorum.Bu yazın görüşüne göre ; Algı , geçmiş ile şimdinin bir birleşimidir.Geçmiş varlığını bellekte sürdürerek ,şimdiye katılır.Okuduğumuz romanlarda iki farklı zaman ve olay örgüsü, okudukça birbirini tamamlıyorsa ve -şimdi- de birleşiyorsa ,bu düşünceye sahip bir algı talep ediyordur yazar...At Çalmaya Gidiyoruz 'da öyle bir roman!
ŞİMDİ....
Kahramanımız Trond, 1998 'de tam 67 yaşındayken, şehirli yaşamından vazgeçerek köpeği Lyra ile küçük bir sınır köyüne yerleşir.Emeklidir ve günübirlik yaşayacaktır.Odun kesecek,rabıtaları onaracak,ormanda gezintiye çıkacak,konuşmak ve dinlemek zorunda kalmaksızın tek başınalığın keyfini sürecektir.Norveç'in ormanlık arazilerinin muhteşem tasvirleri eşliğinde Trond'un radyo dinleyip bol bol Charles Dickens okuduğuna şahit oluruz...Tamamen yüzeyseldir başlangıç.Satırlar aktıkça onun uyuyamadığını , tam 50 yıllık bir iç hesaplaşmaya sahip olduğunu ve en yakın dostunun kendi iç sesi olduğunu öğreniriz. Ve tabii ki meraklanırız...
GEÇMİŞ...
15 Yaşındayken hayatta en çok sevdiği insan olan ,savaş ve Nazi karşıtı babasıyla (ki ismi yok!) Norveç-İsveç sınırında bir köye yaz tatili için gelen Trond, yaşıtı Jon ile arkadaş olur.Jon'un 10 yaşında ikiz kardeşleri vardır ve komşu çiftlikte yaşarlar.Özellikle Jon'un annesi ,İkinci Dünya Savaşı'nda Almanlara karşı birlik olan direnişçilerin içinde aktif rol oynayan biridir. 
Bir gece Jon çıkagelir ve Trond'a : 'At çalmaya gidiyoruz' ...der.Yan çiftliklerden biri olan zengin Barkald'ın çiftliğine gidip,atları çalarlar.Soluğu ormanda bir ağacın tepesinde alırlar. Jon'un daldaki kuş yuvasını acımasızca darmadağın etmesiyle ,Trond'un 'sevgili dostum Jon' görüşü yerle bir olmaya başlar.O saniyeden sonra hiç konuşmazlar ve bu gecenin sonrasında çok daha büyük felaketler patlar.Jon'un bile isteye ortalıkta bıraktığı çifteyle ikizlerden biri,diğerini vurur ve öldürür... (Nedenini yazmayacağım !!!...:)))
BİRLEŞME...
Trond yaşamak için geldiği köyde ,günün birinde ikizlerden hayatta kalan, Lars ile karşılaşır.Hiç yabancılık çekmeden anında selamlaşır ve karşılıklı oturarak sohbete başlarlar. Trond, tam 50 yıldır kendine sormaya cesaret edemediği soruları ,özellikle Lars'ı büyüten kendi babası hakkındakileri (!!!???) ,Lars'a sorar...Yine at çalmaya gitmenin vakti gelmiştir zira... 
* Ben sevdim. Durağan mekanlar/olaylar çok olsa da romanın akıcı derinliği yavaş yavaş sizi içine alıyor ve gerçek bir travmanın kapılarını açıyor yazar.Her kahramanınkini hemde.Bu arada 'Petterson isteseydi bu romanı dört ciltlik bir seri halinde yazabilirdi' dedim.
* Çevirmen Deniz Canefe'nin tam bir Per Petterson hayranı olduğunu düşünüyorum.
* “ .. ne zaman acıtacağına sen kendin karar verirsin” demişti babası...O ısırgan otlarını kast etmişti ama Trond bu söze hayatının tüm anlamlarını yükledi. Sevgiyle kalın...
At Çalmaya Gidiyoruz 
Per PETTERSON
Metis Kitap
Çeviri: Deniz Canefe
224 Sayfa
Puan 
★★
Yorumlayan NİL EREN KÖMEK

Günden Kalanlar Kazuo ISHIGURO

İzninizle, bu yorumu okumadan bir sınır çizeceğim size: Kaç yaşındasınız?
Günden Kalanlar Kazuo ISHIGURO
Muhtemelen çoğunuz 40'ın altında...Benim gibi 40'ın üzerinde olanlar için çok şey ifade edebilir bu eser. Daha genç olanlar içinse , ömür'e, hayat'a dair, koca bir T cetveli nasıl çizilir ,onu anlatmaya çalışacağım. Muhasebede, basit hesaplar için kullanılan T Cetveli, sadece Borç ve Alacak hanelerinden oluşur.Ana Kasa vardır. O sizsiniz diyelim.Kazandıklarınız, mutluluklarınız, sevinçleriniz, sizi sevenler, aileniz, kısacası yanınıza kar kalanlar cetvelde Borç hanesini oluştururlar. Yani yaşamınıza artı değer katan, sizi siz yapan değerlerdir. Kasa'nın özsermayesi doğuşunuzdur, insanlığınızdır. Alacak hanesi ise...Başınıza gelen kötü, şanssız ve bahtsız olaylara kucak açar. Yani insanlığınızdan her oluşu ile bir şeyler alıp götüren eksi değerlerdir. Neler olabilir? Çekilen acılar, savaşlar, sevdiklerinizin kaybı/ölümü, imkansız aşklar, yalnızlık,pişmanlıklarınız, yaşayamadıklarınız,içinizde kalan ukteler. (ne çok şey yazabiliyorum bu haneye!!! ben bile şaşırdım.)
Yaş konusuna geri dönüyorum: Şu T Cetveli ile hesaba oturduk madem, şu anda hepimiz aynı yaştayız. Aslolan Borç/Alacak denkliğini kurmak ve eşitlemek zira. Borç haneniz kabarıksa bu hayata,başkalarına, mutluluk borçlusunuz demektir.Alacak hanenizde bir fazlalık varsa da , adı üzerinde ALACAKLI'sınızdır. Günden Kalanlar'a geleyim, peki...
Kendisine izninizle ben de Bay Stevens diyeceğim ; bir Başuşak'ın -ki kendisi 40'ın üzerinde -,tüm hayatını, T Cetveli'ni , topu topu sadece 6 güne sığdırmasının öyküsü bu roman. Başuşak, Bay James Stevens'ın kendinden, bizzat özür dilemesi. Derin uykularda uyuduğunu fark edip, ayması, pişmanlıkları, yorgunlukları, az biraz hüzün, belki bir kaç gülümseme , hayal kırıklıkları, vazgeçişleri, kendinden çoktan vazgeçtiğinin bilincine varması, Dolayısıyla her şeyin TORTU'sudur Günden Kalanlar. Üstelik, Bay Stevens'ın, sadece kendi hayatını değil, bir başkasının hayallerini de es geçmesinin öyküsü bu roman.Aynı malikanede uşaklık yapan babası öldüğünde,onun açık kalan gözlerini kapatmaya gitmek yerine, efendisi Lord'un misafirlerine içki servisi yapmayı seçmek ve ağlamamak gibi.Muhtemelen Aşk'ı keşfetmeye korktuğu ,Kahya Bayan Kenton'ın ağladığını duyduğunda, odasının kapısı önünde öylece dikilip, içeri girememek gibi. Altı günlük yolculuğu sırasında yakıtı biten aracı yüzünden ,mecburen konakladığı kasabada, kendisini bürokrat /diplomat zanneden ahaliye saygın ve aristokrat bir gülümsemeyle karşılık verdikten sonra, ertesi gün kasaba doktoru Richard Carlisle'ın "Kabalığımı bağışlayın...Bir tür uşak değilsiniz ya?" sorusu ile sarsılması gibi.
Temmuz 1956'da Darlington Malikanesi'nde başlıyor Günden Kalanlar. Okudukça 1920'lere kadar geri dönüyor, Başuşak Bay Stevens ile onun zaman döngüsünde, naif, kırılgan ve muhteşem içli bir yolculuğa çıkıyorsunuz. İngiliz Lord Darlington'ın aristokratlığı , nazi sempatizanlığı, gelenekçiliği ve kuralcılığından, malikanenin yeni sahibi Amerikalı milyarder Bay Farraday'in sıradanlığına savruluyorsunuz. Tabii ki yorulacaksınız, dedim ya; savruluyorsunuz!
VAKAR & VAKUR KONUSU
Vakar: Ağırbaşlılık. Kişinin bulunduğu makamına uygun bir ciddiyet göstermesi, hafif meşrep olmaması, temkinli davranma, mevki ve kişiliğin gereğini hakkı ile koruma gibi anlamlara gelir.
Vakur: Ağırbaşlı...Vakar' lığı ikinci bir ten gibi üzerinde taşıyan kişi.
Tepeden tırnağa vakur biri Bay Stevens. Burada aklıma Oblomov'daki Başuşak ZAHAR geliyor ! Ve 'Hayatlarının baharında yolları kesişen iki büyük dost olsalardı, ne olurdu?'yu geçiriyorum içimden.Birbirlerinden öğrenecek ne çok şeyleri olduğunu da tabii...Yin ve Yang gibi.Tamamlanmak gibi bir şey kuşkusuz. Ve Yazar Kazuo Ishiguro , vakur Başuşak Bay James Stevens'ı biz okurlarına, baştan sona kulağımıza monoton gelen, aynı ses tonuyla ,ama kesinlikle sıkmadan , bıktırmadan nazikçe teşhir ediyor. 'Kral Çıplak!' , kalıyor anlayacağınız...
ALINTILAR
' Ne de olsa Hitler'le bunun uğruna savaştık. İşler onun istediği gibi gitseydi hepimiz birer köleydik şimdi. Bütün dünyada birkaç efendi ve milyonlarca köle olacaktı. Buradakilere de şunu anımsatmama gerek yok: Kölelikte vakara yer yoktur. Uğruna savaştığımız budur, kazandığımız da bu. Birisi gözle görünür biçimde vakur değilse, bu niteliğin peşinde koşması, çirkin bir kadının kendini güzelleştirmeye çalışması kadar nafileydi.'
- "Sence neyin nesi şu vakar?"
Damdan düşercesine gelen bu soru beni biraz gafil avladı doğrusu.
- "Birkaç sözcükle açıklamak güç sayılır." dedim. "Ama giysilerini herkesin önünde çıkarmamak olarak özetlenebilir."
 "Bizim kuşak için şunu söylemeyi doğru buluyorum: Mesleki saygınlık, esasen işverenin ahlaki değerinde yatıyordu."
"Bir anlaşmazlık bir kere çözümlendi mi, düşmandan böylesine nefret etmeye devam etmek yakışıksızdır. Bir adamı dize getirdinizse, iş orada bitmelidir. Onu bir de tekmelemeye kalkışmazsınız."
"Avrupalılar başuşak olamazlar, çünkü salt İngiliz ırkının sahip olduğu bu nitelikten, duygularını dizginleme becerisinden soyca yoksundurlar."
Bay Stevens : "...kendi hatalarımı kendim işledim bile diyemiyorum! Vakar, bunun neresinde?"
"Kazuo Ishiguro, büyük bir duygusal güce sahip romanlarında, dünyayla bir bağlantımız olduğu yanılsamasının altında yatan dipsiz uçurumu açığa çıkardı..."
İsveç Akademisi , 2017 Nobel Edebiyat Ödülü Gerekçesi (Beni Asla Bırakma ile almıştır)
Sevgiylekalın...
Günden Kalanlar 
Kazuo ISHIGURO
Yapı Kredi Yayınları 
Çevirmen: Şebnem Susam - Saraeva
208 Sayfa
Puan 
★★
Yorumlayan NİL EREN KÖMEK

Lolita Kitap Yorumu Vladimir Nabokov

Çok net söyleyeyim, bu kitaba karşı bir ön yargınız varsa, onu kırın ve okuyun diyorum...
Lolita Vladimir Nabokov
Merhaba Sevgili Kitap Dostları! Değerli şairimiz Bedri Rahmi Eyüboğlu Üç Dil isimli şiirinin başlarında: "En azından üç dil bileceksin. En azından üç dilde. Ana avrat dümdüz gideceksin. En azından üç dil bileceksin. En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin" diyor.
Yorumunun başında Lolita yazıyor kadın, Bedri Rahmi şiiri ne alâka derseniz, cevabım Lolita'nın yazarında gizli efendim. “Kafası İngilizce, kalbi Rusça, kulağı Fransızca” diyen, üç dilde de - sövmek ne ki – harikalar yaratan, birinden diğerine balet zarafetinde geçen, üç dili de yazmak, çevirmek, okumak, ders vermek için kullanan bir dahi var karşımızda. Varlıklı bir ailenin oğlu olup ciddi bir de kütüphanesi varmış babasının, hal böyle olunca hakkını vermiş kendince küçük Nabokov. Hem Rusya’da hem Cambridge’de eğitim almış. Dâhi yazarlar sınıfında ama kuru bir başarı ve ün değil bu. Verilen emekler karşılığını bulmuş, her bilgi yeni bilgileri doğurmuş. Sanat, Doğa, algıların açıklığı, görmek, incelemek, bir bütünü, gördüklerini, duyduklarını, tattıklarını, hissettiklerini, okuduklarını, yazdıklarını, zevk aldıklarını; kısaca yaşamına ve yaşama dair ne varsa farklı yönlerde ama birbirini besleyecek şekilde okurlarına, öğrencilerine, bilime, sanata ve edebiyat âlemine sunulmuş. Hak edilmiş, dolu dolu, üretken bir ömür sona erdiğinde bir avuç kül olarak noktalanmış. Geleyim LO-Lİ-TA’ya…
Okuduğum ilk Nabokov kitabıdır kendisi ve hemen belirteyim James Joyce tadı alarak okudum. Aynı onun gibi okurunun zihniyle oynayan, okur kurgunun temposuna girmişken birden araya başka şey sokarak yönünüzü değiştiren bir yazar. Aynı paragrafta hem okura sesleniyor anlatıcı ve kahraman Humbert Humbert hem de jüri üyelerine. Jüri üyesi deyince konusunu anlatmadım farkındayım. Anlatmayı da düşünmüyorum. Kısaca söylemem gerekirse; pansiyoner olan H.H., evin küçük kızı ( superisi) Doloros Haze’den etkilenir ve ona daha yakın olabilmek için annesi ile evlenir. Aradaki yaş farkı ve durum pek çok tepki alsa da kişisel fikrim bu olayın ya da bu tarz olayların Doğu ya da Batı fark etmeden toplumsal olarak yaşandığı ve tamamen bir ikiyüzlülük sergilendiği. Çok net söyleyeyim, bu kitaba karşı bir ön yargınız varsa, onu kırın ve okuyun diyorum. Çünkü az önce yazdığım konuyu vurgulayanlar kitabı son derece yüzeysel okumuş olandır.
Kötü bir durum mu? Evet, kötü bir durum? Sarsıldığınız yönü elbette var ama anlatılmak istenen çok çok başka şeyler de var. Tam olarak anlatılmak mı istenmiş o da meçhul bence; bu romanın asıl amacı SANAT yapıtı ve bir edebiyat ziyafeti olması. Çünkü pek çok edebi ve sanatsal kişilik ve eser kurguya yedirilmiş. Not alayım dedim, inanın başa çıkamadım. Bazıları açık bazıları ise sezdirme yoluyla verilmiş. Okumasanız bile yazarı ve eserinin adını biliyorsanız ister istemez zihniniz eşlemeyi gerçekleştiriyor zaten.
Örneğin; anlatıcı/ kahramanın kendi ismine “Edgar” ismini eklemesi, çocukluk aşkının isminin Annabel olması, daha ileri sayfada bu Annabel hanım kızımızdan Miss. Lee diye bahsetmesi aklıma Edgar Allan Poe’nun Annabel Lee isimli şiirini getirdi. Sadece bu sebeple değil, yazar/anlatıcı küçük kızla ilişkisini “normal” gibi algılatmak amacıyla ya da çaldığı minareye kılıf olsun diye, Edgar Allan Poe’nun âşık olduğu eşinin de 14 ten küçük olduğu ve onunla evlendiğini belirtiyor, yetmez taa Dante’ye varıp Beatrice’ye dokuz yaşında aşık olduğunu da delil gösteriyor. Buyurun: “ nasıl Vee, Poe’nun, Bea, Dante’nin sevgilisi idiyse sen de benim küçük sevgilimsin.”(sf.123) Ya da “Virginia’daki deniz feneri” ifadesini okuyunca, kitabı henüz okumasam da Virginia Woolf’un Deniz Feneri kitabına gidiverdi aklım. Daha saysam: Catullus, Dickens, Petrarca, Proust, Çehov, Boticelli, Picassso, Vergilius John Keats vb diyerek keseyim. Sadece edebiyat değil elbette muhteşem doğa, şehir, mekan, renk, koku, hissiyat betimlemeleri algılarımızı dört değil ondört açtırıyor ve bir film izliyoruz hissi yaratıyor.
Yazar kendinden o derece emin ki, bakın kahramana ne söyletiyor: “Kitabımı sinemaya aktaracaksanız, ben yakın çekimde bu resimlere bakarken, bu suratlardan biri perdede yavaşça eriyip benimkine karışsın isterim.”(sf.257)
Valla benden iletmesi, edebiyat ve sanat şenliği diye boşuna demiyorum. Okuyanı sıkmamak ve de okuyacak olanlara da keşfedecek bir şeyler kalsın diye daha fazla detaya girmek istemiyorum. Her şeyiyle mükemmel bir okumaydı. Kolay mıydı? Hayır. Kişisel okuma tarzım nedeniyle 8-17 Temmuz 2018 arasında tamamlayabildim ve bu sebeple Temmuz ayına ait 2 kitabımı elemek zorunda kaldım. Değer miydi? Evet, değerdi! Kitaplığımda Cinnet ve Karanlıkta Kahkaha kitapları duruyorken bir de Konuş, Hafıza ve Ada ya da Arzu kitaplarını da aldım. Bu arada Notos Dergisi’nin 70. sayısı Nabokov’a ayrılmıştı ve orada okuduğum: “Nabokov bir ikonoklast ve yenilikçiydi; sanatı zor olsa da, talep ettiği çabayı gösteren okurlar için getirileri büyüktür.” cümlesine katılıyorum ve neden James Joyce tadı aldığımın da cevabı netleşmiş oluyor açıkçası. Çünkü Joyce da okurlarından aynı çabayı talep ettiğini belirtmişti. Bu arada Notos Dergisi’nin 70. sayısı Nabokov’a ayrılmıştı ve orada okuduğum: “Nabokov bir ikonoklast ve yenilikçiydi; sanatı zor olsa da, talep ettiği çabayı gösteren okurlar için getirileri büyüktür.” cümlesine katılıyorum ve neden James Joyce tadı aldığımın da cevabı netleşmiş oluyor açıkçası. Çünkü Joyce da okurlarından aynı çabayı talep ettiğini belirtmişti.
Bu kitabı, instagramın bana kazandırdığı birkaç güzel insan/okurla birlikte okuduk ancak henüz tartışmadık. Ve ben etkilenmemek adına tartışmamızdan önce bu yorumu yazmak istedim. Sevgili Kitap Dostları; tanışmadıysanız Nabokov ile tanışınız. İlle de bu kitap olması şart değil. Notos Dergi’den bir alıntıyla sizi kışkırtmama izin verin lütfen: “Nabokov’un bir eserini bilmek başka bir eserini anlamak için zorunlu bir önkoşul değildir. Her ana karakterinde olduğu gibi her Nabokov romanında ayrık bir bireysellik yatar; öbek olarak da, tekrar eden tema ve biçim formüllerine indirgenmeye direnirler.” Sevgimle ilettim. Sağlıkla, sevgiyle ve hep kitaplarla kalınız... 
Not: Çok teşekkürler sevgili dostum Çiğdem İskent. Kendisini ve harika yorumlarını , instagramda bulabilirsiniz Dostlar.
LOLİTA
Vladimir Nabokov 
İletişim Yayınları 
Çeviri Fatih Özgüven 
364 Sayfa
Puan 
★★
Yorumlayan NİL EREN KÖMEK

6.27 Treni Jean-Paul Diidierlaurent

Bol ödüllü bir Fransız öykücünün ilk romanını okudum. Hani kısacık novellalarıyla canımıza okuyan Zweig ya da Peyami Safa yazını var ya, işte 6:27 Treni'de öyle çarpıyor insanı... 
6:27 Treni Jean-Paul Diidierlaurent
Küçük hatta küçücük, silik insanların pasif direnişini, şiddete başvurmaksızın ,kanuna karşı gelmeksizin ya da suç işlemeksizin nasıl 'iyi bir militan' olunabileceğine kılavuz kaptanlık ediyor. Valla ben, ayakta alkışlıyorum yazarı! Ellerimize alıp okumaya başladığımız, kitaplığımıza dizdiğimiz boy boy kitapların değil, elde kalan,patlayan, yok edilmesi uygun görülen diğer kitapların kaderiyle baş başayız. Bir çeşit 'imha'nın anatomisiyle. Devasa bir kağıt geri dönüşüm fabrikasındayız bu kez. Teknik adıyla ZERSTOR 500, ama kahramanların kahramanı Guylain Vignolles 'e göre ise 'ŞEY' denilen öğütücünün yanıbaşındayız. Kitap katliamcısı ŞEY'in sorumlusu Guylain. Tam bir okuma ve kitap sevdalısı. Yaptığı işten ve ŞEY'den nefret ediyor. Bu nefretiyle yaşayıp, içine atmak, etrafındakilere kaba saba davranmak ,birini ya da bir şeyi incitmek, kırmak dökmek .... yerine ise -bana göre şahane- bir yol bulmuş: Paris'in banliyölerinden birinde , her sabah işe gitmek için bindiği ,6:27 Treni 'nde , yolculara ŞEY'in dişlerinden kurtardığı kitap sayfalarını OKUMAK! Evet evet...ne olursa! Bazen bir şiirin dizeleri, bazen içli bir romanın tek sayfası bazen de yemek tarifi...Kitabın adı, yazarı, hatta sayfası bile belli olmadan üstelik. Sadece 20 dakika...
Kapitalizmin,küçük burjuva hayatların tamamen dışında kalan, zamanın bile donduğu , hatta sayfayı dinlerken ineceği durağı kaçıranların bulunduğu bu kompartımanda 36 yaşındaki Guylain isimli bir İŞÇİ, pasif direniş yapıyor ve okuyor ! Elbette zamanla bir takipçi gurubu oluşuyor Guylain'in. İki yaşlıca hanım, Cumartesi günleri bu sayfaları okumak üzere kendisini yaşadıkları Huzurevi'ne davet ediyorlar. Önceleri paramparça olmaktan kurtardığı sayfaları okuyorsa da sonra işin rengi değişiyor ? Eserin kırılma noktasına geldik artık! Ama izninizle bunu yazmak istemiyorum , ki macera yeni başlıyor tam da burada. Romanda şimdiki zamanı yaşıyoruz. Kahramanların ne geçmişlerine değiniliyor ne de gelecekle ilgili hayallerine. Kurgu o kadar alçakgönüllü ki ,görünmez olmaya başlayan bu silik insanların yalnızlığına , sıkıntılarına son vermek için, arkadaşları olmak istedim,okurken. İş çıkışı belki birlikte bir kahve içmek...İki üç anıyı paylaşmak ya da fabrikanın asıl canavarı Müdür Kowalski 'yi çekiştirmek...
Bunları yazdıysam da aklınızda arabeske bağlanan , azıcık yeraltı edebiyatından beslenmiş , gariban işçilerin hikayesi oluşmasın lütfen. Aksine sayfalar ilerledikçe her tanıştığınız roman kişisinin ayrı ayrı bir roman kahramanı olabileceği fikrine kapılacaksınız zira. Ki asıl başarı burada yatıyor bence. Merak ettiniz değil mi? E hadi buyrun o halde minik ipuçlarına:
♠️ JULIE : 6:27 Treni'nde günlüğünü ve tuvalet sosyolojisini yazdığı, USB'sini düşüren, bir AVM'de tuvalet temizlikçisi olarak çalışan silik işçi kız. (eyyy AŞK, sen ne güzel bişeysin!)
♠️ GUISEPPE: ŞEY'in içini temizlerken, canavarın yanlışlıkla çalışması sonucu iki bacağını da Zerstor 500'e kaptıran, Guylain 'in üç dostundan biri.
♠️ YVON GRIMBERT: Fabrikanın bekçisi.Tam bir şiir delisi. Günlük konuşma dilinde bile Aleksandrin Hece Vezni (12 Heceden oluşan bir şiir biçimidir. 6+6 ya da 4+4+4 şeklinde yazılan dizeleri Fransız Edebiyatı'nda en çok Baudelaire ve Verlaine kullanmıştır. ) ile konuşan,Guylain 'in nefes almaya her ihtiyacı olduğunda ,kulübesine uğradığı diğer dostu. "Çaresiz kalınca insan, bir canavardan da beter. Saklamak için heyecanını ve boğmak için utancını! Esin perilerinin sesini kesmek isterseniz eğer, bırakın şu suratı da sıralayın özürleri!"
♠️ KÜÇÜK KIRMIZI BALIK: ...Vee işte Guylain'in üçüncü dostu. (' Yalnız yaşamak' ile 'Kırmızı bir balıkla yalnız yaşamak' arasında muazzam bir fark olduğunu biliyordu...)
✍️ Bir Eleştirmen, 6:27 Treni ile ilgili olarak, "6.27 Treni, “ötekinin”, silik olanın özne olduğu bir dünyanın hikayesi… Diderlaurent, kitapların bir bütün olarak değil, sayfa sayfa, parça parça da olsa bir dünyanın kapılarını aralayabileceğini, kelimelerin bütünden ayrı olarak bir gücü olabileceğini de gösteriyor. 6.27 Treni, kelimelerin dünyasına açılan bir kapı niteliğinde." diyor. Katılıyorum...
♠️ Kitaptan ♠️
✍️ "Savaşlar dağılmış suratlardaki yara izlerinden okunur, kalıp gibi, gıcır gıcır ütülü üniformalarına bürünmüş general fotoğraflarından değil."
✍️ " Öylesine boş bir gün. İsteksiz, acıkmasız, susamasız, hatta tek bir hatırasız. "
✍️ " Onu arayıp kendisine kısacık sekiz dakika değil, üç saatimi vereceğimi söyleyecektim, şimdi uyumaya çalışarak geçireceğim üç saat gibi. Kendimi anlatmak, birbirimize kendimizi anlatmak, ve belki de, kelimelerimizin asla ulaşamayacağı yerlere kadar gitmek için üç saat."
✍️ " Bir gülümseme, çoğu zaman hiçbir şeye mal olmaz, buna karşılık çok şey getirebilir."
Sevgiyi, aşkı , dostluğu ve sanatı savunarak, insan kalmakta direnen,pasif direnişçi, akıllı, “militan” Guylain'ın enfes öyküsünü okuyun, okutun Dostlar. Sevgiyle kalın...
6:27 TRENİ 
Jean-Paul Diidierlaurent
Can Yayınları
Çeviren Aysel Bora
136 sayfa
Puan 
★★
Yorumlayan NİL EREN KÖMEK

Çılgın Kalabalıktan Uzak Thomas Hardy

Değişken, cesur, bağımsız, sürekli kendini yenileyen, yenilemek zorunda kalan,ama bundan yorulmayan, dik başlı, inatçı, azimli, kibirli, çalışkan, gencecik yaşına rağmen olağanüstü bir kadın karakterin baş rolde olduğu bir roman bu.
Çılgın Kalabalıktan Uzak Thomas Hardy
Çok sıcak bir İzmir gününden herkese Selamlar. Jane Austen'ı ne kadar çok sevdiğimi daha önce bolca yazmıştım. İngiliz Edebiyatı denilince ikinci favorim Thomas Hardy'dir. Kendisinin en önemli ve asıl ününü borçlu olduğu Çılgın Kalabalıktan Uzak isimli romanını , yıllar sonra Can Yayınlarından çıkan baskısı ile yeniden okudum. Üstelik ilk kez okuyormuşum gibi...
Roman , ilk kez 1873'de yayımlanmış. Naturalist akımın tüm incelikleri, özelliklerini sinesinde barındıran bir eser.Aslen Mimar olan Hardy, yazma sevdasına yenik düşerek, Londra'yı terkeyleyip, doğduğu taşra kenti olan Dorset'e geri dönmüş. Kendisini 'Şair' olarak tanımlamasına rağmen, geçim sıkıntısı çektiği dönemlerde kısa hikayeler , romanlar yazmaya yönelmiş. Çılgın Kalabalıktan Uzak, dördüncü romanı. O yıl ve akabinde de bolca ödül kazanmış Hardy.Ayrıca Naturalist yazın tarzının dışında, eleştirmenlerin 'Victoria Tarzı Gerçekçilik' , dedikleri anlatım biçimini de eserlerine taşımayı başarmıştır. Şöyle ki; bir yandan İngiltere kırsalını (taşrasını), yaşam şartlarını, insanlarını anlatırken, diğer taraftan ülkedeki tarımsal ilerlemeleri,bunun sosyal hayatı nasıl etkilediğini de işlemiştir. Çılgın Kalabalıktan Uzak'ı okurken, ayakta durmaya çalışan bir çiftliğin bahçesinde koyunları kırpmayı öğrenirsiniz örneğin! Ya da bilmem kaçıncı kalitede ki Buğday'ınızın tohumluk mu, değil mi olduğuna dikkat ederken bulursunuz kendinizi ...Yan çiftlikten yardım almadan, gökyüzünün renginden anladığınız, gelecek olan fırtınayı atlatamayacağınızı bilirsiniz... Yabancılaşma yoktur. Yardımlaşma ve bolca mücadele vardır. Roman bittiğinde ise bunu çoktan öğrenmiş olduğunuzu fark edersiniz...
Değişken ,cesur, bağımsız, sürekli kendini yenileyen, yenilemek zorunda kalan,ama bundan yorulmayan , dik başlı, inatçı, azimli , kibirli, çalışkan , gencecik yaşına rağmen olağanüstü bir kadın karakterin baş rolde olduğu bir roman bu. Aynı zamanda da sıkı bir Feminist! (Bana göre tabii:)))
İsmi: Batsheba Everdene. O bir öksüz. Amcasından kendisine miras kalan topraklara ve çiftliğe sahip çıkmaya çalışan , keskin bir genç kadın. Onunla birlikte tarlada çalışacak, fırtınaya göğüs gerecek,bolca hata yapacak, aşık olacak , büyüyecek, çok sevilecek ve hiç sevilmeyeceksiniz... (!!!?)
Gabriel Oak'ı ,William Boldwood'u, ve Francis Troy'u , ( hatta zavallı, aşık Fanny'i ) bu çılgınlığın, emeğin, savaşın ta ortasında Batsheba'nın yakınlarında dönüp duran üç adam olarak izleyeceksiniz. Kimi size dünyanın en fedakar ve iyi kalpli,onurlu erkeğiymiş gibi gelecek, kimi de aynı dünyanın en saplantılı, obsesif erkeği! Bunun ayırdına varabilmeniz için Çılgın Kalabalıktan Uzak'laşarak, bu romanı okumanız gerekiyor Dostlar. 
ALINTILAR
"Gözlerin sesinde öyle tonlar vardır ki, dilde bulunmaz."
'Uygun fırsat düşmeden ortadaki koşullar işe yaramaz; koşullar uygun olmadıkça çıkan fırsat da beş para etmez.'
 'Kitap okuyacağım. Birkaç kitap getir bana, ama yeni olmasın. Yüreğimde yeni birşey okuyacak güç kalmadı.'
'Ne var ki insanoğlu, kendi kendisiyle başbaşayken bile, üzerine iki kez yazı yazılmış bir sayfaya benzer: Bir gözle okunan yazısı vardır, bir de bunun altında gizli kalanı...'
Benden, okuyacaklara kısacık bir not daha.  Yanında 'damat' olmadan, bir düğünde 'gelin' rolü yapabilecek kadar cesur, genç bir kadının öyküsünü #OkuyunOkutun derim. Sevgiyle kalın...
ÇILGIN KALABALIKTAN UZAK 
THOMAS HARDY (1840-1928) 
Can Yayınları 
Çeviren: Nihal Yeğinobalı 
496 Sayfa
Puan 
★★
Yorumlayan Nil Eren Kömek