Edebiyat platformunuz Okuyorum.org olarak bu hafta Antimimik Yayınları Kurucusu Yazar Yiğit Kahraman ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Kimdir Yiğit Kahraman… 85’in Ocak ayında doğdum. 12- 13 yaşlarımda kütüphaneden aldığım Kafka kitaplarını okudum ve o zamandan beri huzurum yoktur… Gerisi önemli de değil. Metinlerim var. Bir de fiziki olarak ben varım hayatta. Bazı işler yazdım, çektim sonra yine yazdım. Sıfatsız, zamirsiz yaşamaya çalışıyorum. Biri yazar, yönetmen deyince hep utanırım. Hakkımda söyleyebileceğim şey aslında kendimi bildim bileli bir anarşist olduğum ve öyle yaşayamaya çalıştığım ama sonunda da bir şekilde pasifist olduğum sanırım.
Polisiye öykü kitaplarınızda ve Romanda iktidar güç eleştirisi üstüne yoğunlaşmışsınız… Klasik polisiye harici eserleriniz güçlü toplumsal sorunlara değiniyor ve bunu yaparken psikolojiden yararlanıyorsunuz. Freud ve Foucalt gibi isimlerin yanında birçok yönetmene de gönderme yapıyorsunuz.
Güç saf kötülüktür. Yapısı itibariyle böyledir. Güce ulaştım bitti diyen hiçbir iktidar ya da kişi yoktur. Bundan sonra o gücü muhafaza etmesi gerekir. Bu da kötülüğü ve yıkımı doğuracaktır. Öykülerimdeki sarmal ve sonundaki katil de aslında her zaman gücün ya da devletlerin dönüştüğü yer oluyor. Fiziki olarak bir insan olsa da katiller, devletleri temsil ediyor. Hannya- Maskeler ve Yüzler öykü kitabımda daha çok olmak üzere serideki diğer bazı öyküler ve romanda da olan bir şey bu.
Türkiye’de okumadığım şekilde yazıyor ve birçok metafor kullanıyorsunuz. Değişen, dönüşen maddeler ya da canlılar oluyor bunlar.
Kesinlikle, zeka pırıltısı olan metinler yazmayı seviyorum. Kendim keyif alıyorum şu an sadece. Toptaş’ın çok sevdiğim bir söyleşisini dinledim. Onun bir sözü vardı. ‘Yazdıklarımı yan odada oturan bir başka ben dinliyormuş gibi’ yazıyorum diyor. Ben de aynı şekilde yazıyorum. Her işimi de böyle yaptım. Sinema olsun, edebiyat olsun ödül veya festival kaygısı olmadan çalışmak insanı özgürleştiriyor. 20’li yaşlarında değer verdiğin ödül, kariyer gibi şeylere bakış açın olgunlaştıkça değişiyor. O yüzden genç yazarlara ve sinemacılara naçizane tavsiyem; iyi kitaplar yazıp, iyi filmler çekmeleri sadece.
Sinemacı bir tarafınız da var. Yönetmen olarak çektiğiniz kısa ve uzun filmleriniz olduğunu gördüm.
Evet aslında yine aynı şey. Sinemadan bakacak olursak, benim de bulaştığım festival filmi denilen bir sektör var. Sektör diyorum çünkü bu sadece bazı fonlardan para kazanma amaçlı çekilen işler. Turkiye’dekilerin anlamadığı şey de bu. Tüm dünyada bu böyle. Yani bu o filmlerin iyi olduğunu göstermiyor. Sadece Türkiye’de değil yani bu sorun. Bu bir kandırmaca. Sanatın arka planda olduğu bir modern yamyamlık. Bir paragraf hikâyeden bir uzun metraj çıkarılıyor ve komik şekilde el üstünde tutuluyor. Daha sonra öykü bir kutsal kitap oluyor ve yönetmeni de kendini filozof sanıyor. Komik ve yanlış işler bunlar. Bu yüzden her zaman diyorum bu işlerin er meydanı edebiyat. Er meydanında değilsin ki sen. Sen budalalık yapıyorsun sadece. Bu filmcilik de değil. Böyle anmasın sizi insanlar. Ödüllü kısa film. Ödüllü film. Nasıl kaçıyoruz… He ne yaparsın? Metaforik anlatım yapısını kullanırken, izlenen film de mi yapmak istiyorsun, bunun en güzel örnekleri; Ashgar Ferhadi ile Cannes ve Oscar’da en iyi film ödülü alan Bong-Joon-Ho gibi yönetmenler. İki tarafı da çok iyi harmanlayan harika yönetmenler bunlar. Çok özenecekseniz onlara özenin, bu gibi şeyler çekin.
Ben o filmlere bu filmin kitabı olsa okur muyum acaba diye bakıyorum biraz da. Bu yüzden şunu görmesi gerekiyor genç sinemacının. Sinema çok değişti artık. Sinema bilim kurgu ve fantastik işlerin gizemli bir kurguda işlenip ön planda olduğu bir yere doğru gitti ve güzel de bir yere gitti açıkçası benim açımdan. Açıkçası kariyerim, festival filmcisi şeklinde ilerlemediği için her gün daha çok seviniyorum. Gerçek bu. Çünkü yaratıcılığı mutlak şekilde öldüren bir şeydi o. Öyle filmler yapsam, yazmak istediklerimi yazamazdım. Ben olamazdım. Olması gereken oldu.
Ama sizin de öyle bir uzun metraj filminiz var sanırım. Fragmanını izlemiştim.
Ben yine kendi tarzımla bir taşra hikâyesi çekmiştim ama yine kendime çektim sanırım. Önceki işlerim gibi sinemayı öğrenmek için yaptığım işler. O filme başlayıp bitirirken yıllar geçti ve o süreçte benim sinema anlayışım bile değişti. Aslında buradakilerin çoğuna ayar verir o iş ama sadece işin tekniğini beğenmedim. Çoğu da zaten işi anlamadı. Türkiye’de bir taşra filmini Lynch veya Cronenberg çekse gibi bir şeydi. O yüzden üstüne de düşmedim. 3 kere tekrar çekmeme rağmen. Festival peşinde de koşamadım. Bir yaratıcı için yorucu ve ve yıpratıcı, enerji yiyen koşturmacalar bunlar. Postunu da yapmadım. Ben tatmin olmuştum ve vizyona da sokarım, güzel insanlar da var içinde ama kim izler? Bu işleri çekenler de bunu sormalı kendine artık. Daha sonra polisiye ve gizem filmleri çekeceğim tabi ki ama edebiyata can feda. Şimdilik böyle.
O zaman edebiyat mı sinema mı?
Her gittiğim çekimcilik işinde, arkadaşlara; ben aslında yazarım derdim.
Sinemanın aşkı içine girdi mi gitmiyor tabi ki ama artık benim için bir challenge (sınama) değil. Sinemaya başladıktan sonra eseri topluma sunmak çok uzun sürüyor ama ben yarattığım metinlerle en fazla 1 günde vedalaşmayı seviyorum. Bu yüzden edebiyatı daha çok seviyorum.
Polisiyeleriniz Türkiye’de okumadığım şekilde sürprizli ve psikolojik. Çoğu da distopik ve fantastik. İlk kitapta öldürülenler fazlaca dedektifler… bazen de aslında yoklar gibi… Öykülerinizde her zaman dedektiflerin ve mekanın metaforik bir öğesi de işleniyor. Bazen psikolojik oluyor bu bazen de zamanı bükerek.
Klasik tek mekan katil kim öykülerimin içine bile biraz fantastik öğe yazıyorum. O değişen dönüşen metafor aslında benim hikâyem için gerekli. Rüya işlemek de bana doğarken şifreyle gelmiş bir şey sanırım.
Eserlerinizde maske, kuklalar, kara maddeler, çoğalan aynalar, değişen dövmeler, yüzleri göremeyen şüpheliler var…
Dünya samimi ve adil bir yer değil. Çevrene topladığın insanlar kadarsın. O yüzden maske, yüz ve ayna metaforu bir toplum eleştirisi. Sosyolojik olarak da aslında bunlar günümüzde çok değerli metaforlar. Sosyal medya bunu özetler sanırım. İnsan iletişimi için korkunç bir çağ içindeyiz.
Öykülerinizde her zaman bir metafor var. Kokuyla delirmiş bir genç olan mavi öyküsünde de vardı. Polisiye öyküler ama King’in kullandığı metaforlar gibi alt metinleriniz de var. Hangi yazarları okursunuz? Sevdiğiniz Türk Polisiye yazarlar hangileri?
Kafka, King, Poe, Cristie, Sayers bu majörleri saymama gerek yok. Onun harici Polisiye yazan İskandinav yazarları seviyorum. Major Türk polisiye yazarlar harici son dönemdeki Türk polisiye yazarları okumadım açıkçası. Yeni yeni isimlerini öğrenip bakmaya çalışıyorum. Kim neler yazmış diye. Bir de bazı Türk polisiye dergilerde birkaç öyküyü inceledim.
Hannya ve Hannya Polisiye serisi nedir? Eserleriniz neden Japonya’da geçiyor?
Hannya japon mitolojosinde olan dişi bir kötü ruh aslında. Şeytan metaforu. Feodal Japonya’da kadınlara yönelik olarak kullanılan bir simge. Benim kullanma amacım ise yine geleneksel Noh tiyatrosunda kullandıkları maskeler yüzündendir. Öykülerim çoğunlukla Japonya’da geçiyor ama aslında bunun birçok nedeni var ve bunu uzunca anlatırım ama işin travmatik tarafını ele alırsak Japon kültürü ve sineması beni çok etkiledi sanırım. Ergenlik zamanımdan bu yana Japon yönetmenleri çok seviyorum. ‘Onibaba’ filmi olmasa bu serinin ismi de Hannya olmazdı sanırım. Ben de ben olmazdım. Ya da Kaneto Shindo olmasa ben yazar olmazdım.. Ya da Toptaş…Lynch, Cronenberg, Swankmajer gibileri.
Kitaplarınızın isimleri oldukça ilginç. Sırasıyla şöyle galiba; Hannya- Maskeler ve yüzler, Hannya- Beyaz Kan, Hikimori -Salyangoz maskesi, Noh-Mikropsi. Bunlar 4 kitaptan oluşan Hannya Polisiye serisi ve bir de Helena Anentome isimli polisiye romanınız var. Bu isimleri nasıl buldunuz? İsimleri nasıl oluşturuyorsunuz?
İsimleri, yazarken hikâye kendi oluşturuyor. Baştan koyduğum hikâye ismi çok az. Başlıksız başlıyorum genelde. İsimler sonradan geliyor. Normalde tek isim severim ama bunlar bir film değil. Bunlar birçok hikâyenin bir arada olduğu kitaplar olduğu için kitabı en çok anlatan öykü isimlerini seçiyorum.
Neden yayınevi açtınız? Şaşırıtıcı şekilde bir anda 5 kitap birden çıkardınız…
Yayınevi açmak yazarların bir süre sonra evrimsel bir isteğine dönüşüyor. Benim de öyle oldu. Ama şöyle söyleyeyim; Pandemi çıkmasa ne kitaplarımı ortaya çıkarırdım ne de yayınevi açardım. Şaşıracaksınız ama bir tanesi yılladır duruyordu. O kitabın çoğu öyküsü için on yıla yaklaşıyor bu zaman. Diğer kitapları da çıkarmayı düşünmüyordum. Çünkü kendim keyif alıyorum o bana yetiyordu. Dediğim gibi pandemi olmasa şimdi bunları konuşuyor olmazdık. Yurt dışı için sanatçı vizesi hazırlıyordum, böyle bir şey oldu ve şimdi bununla uğraşmak istedim. Sebebi sadece bu. Çünkü ben her şeyi kendim için yapıyorum. Kendim keyif alıyorum. Bu yüzden hiç tanınmamak, hiç bilinmemek benim için en iyisi. Gerisi beni rahatsız eden bir şey. Filmcilikte de böyle bu. Arkadaşlarımın söyleşilerinden bile kaçtım. Ama edebiyata gerçekten can feda.
Yayınevinde başka yazarlara yer var mı?
Tabi ki. Başka yazarların polisiyelerini basmak istiyoruz ama hala sevdiğim bir dosya gelmedi. Birkaç tane geldi ama ücretsiz basmayı hak eden olarak ilgimi çeken olmadı. Ücretsiz de basacağım polisiye olacak. Bunu açıkça da söylüyorum. Böyle hiç dosya gelmese de gerçekten önemli değil. Antimimik, şu ana kadar zaten amacına ulaştı benim için. Hatta yazarlar için şunu söyleyebilirim. Yazarlar bizi sadece polisiye basıyoruz diye düşünmesin. Tür harici dosya basmak için Nikomedia yayınları isimli yeni bir yayınevi kurduk polisiye ve tür harici diğer dosyaları burada değerlendireceğiz.
En sevdiğiniz Türk yazarlar?
En sevdiğim Türk yazarlar polisiye yazmayanlar aslında. Toptaş ve Haldun Çubukçuyu çok severim.
Bir polisiye yarışması açtığınızı öğrendim. Antimimik yayınları Polisiye yarışması nasıl olacak?
Şu an için tanıtmakta zorlanıyorum sanırım. Daha çok yeni bir şey. 3 ay daha dosya bekleyeceğiz. Dosya gelmese de önemli değil ama şimdiden birkaç dosya geldi. Onları basarım, önemli değil. Tükiye’de polisiye ile ilgilenen dergiler Antimimik’i bir rakip olarak gördülerse üzülürüm. Hepsinin kendi yayınevi ya da birlikte çalıştıkları yayınevleri var. Basın bülteni attım ama yayınlamaktan bile imtina ettiler. Aslında bakarsanız hiç de önemli değil. Ama Polisiye’ye destek veriyorsan, yeni yazarlar çıkmasını istiyorsan al yayınla işte. Yeni yazarlar için bir fırsat bu. Demek ki amaç o değil aslında. Ben destek veriyorum işte. Yarışma harici ücretsiz polisiye de basacağım.
Öyküleriniz oldukça akıcı ilerliyor ve diyalog kullanımını da oldukça fazla buldum.
İşIerim sinematografiktir, evet. Diyalog da benim için aslında kurguda bir hikâye yaratımı olarak ilerliyor. Diyalog yazarken daha kolay ve çok hızlı hikâye ve yan hikâyeler oluşturuyorum. Belki sinemadan beslendiğim için bilmiyorum. Dediğiniz gibi metinler aynı zamanda çok akıcı evet çünkü metinlerimde betimleme yapmayı sevmiyorum. Görselliğin bu kadar çok olduğu bir zamanda artık öyle bir edebiyatın anlamı yok bana göre. Bir odaya girince odada ne olduğunu herkes biliyor. Bazen Betimleme yapıyorum ama bana komik geliyor, gülüyorum. İlla yapacaksam şiirsel ve metaforik olmasını sağlıyorum.
Bundan sonraki hedefler?
Bundan sonra metinlerin İngilizce çevirisini yaptırıp, yurt dışında yayınlatmak ve filmler çekmek. Bir de pandemi biraz daha geçtikten sonra yurt dışına çıkacağım. Geçecek gibi de değil ama bakalım.
Yazarken nelerden etkileniyorsunuz?
Bu şey, ilgimi çeken tek kelime de olabiliyor ve sonra bundan sayfalarca uzun bir hikâye çıkıyor. Fantastik ve distopik yazılan metinlerin konularında bile gerçek hayattan etkilendiğim oluyor. En sevdiğim kitabım olan Hannya- Beyaz Kan polisiye öykü kitabımda Komo diye bir öykü var ve aslında tamamen Palu ailesiyle ilgili. Tuhaf bir güç iktidar kullanımı var o gerçek hikâyede. Söylemezsem anlamazsınız ama onlardan etkilendim. Ya da ölümleri bazen gerçek hayattan alıp, öyküleştiriyorum. Gerçek hayat o kadar korkunç ki, romanlar bile o canavarlığa yetişemez. Ben de değişik ölüm şekilleri yaratıyorum ama öyle korkunç ölümleri kafamda kuramıyorum. Ablasını 200 parçaya bölen insanlardan bahsediyoruz burada. Türkiye’de olan bir şey bu.
Roman yazmayı mı, öykü yazmayı mı daha çok seviyorsunuz?
Öykülerimin hepsi birer roman da olabilir ama ben tez canlıyım. Her şey hemen bitsin isterim. O yüzden roman yazmayı sevmiyorum. Aslında yanlış ve sevmediğim bir huyum. Bana göre öykülerimin hepsi birer uzun metraj film. Bazılarını da ilerde çekmeye çalışacağım. Tek mekanda geçen polisiye öyküleri çekebilirim. Tuhaf olan 30 farklı polisiye hikaye üretmiş olmam. Bu yüzden mutluyum.
Aslında Polisiye roman yerine, polisiye öykü yazmak çok daha zordur. Sanırım Türkiye’de birkaç kişi hariç polisiye öykü kitabı yazan yok.
Evet öyleymiş. Bulmaca yaratırken ekonomik davranmak çok sıkıntılı. Türkiye’de polisiye öykü kitapları okunmuyormuş sanırım bir de o var. Yine de ben öykü kitabı yazmayı çok seviyorum. Şu an bir polisiye roman daha yazıyorum ama daha sonra sanırım hikâye yazmaya döneceğim.
Öykü kitaplarınıza göre ilk Polisiye romanınız Helena Anentome’de fantastik bir metafora rastlayamadım.
Helena romanım aslında en düz polisiyem. Genel okuyucu için. Herkes okusun diye yazdım. Öldürdüklerinin yanına katil salyangoz Helena bırakan bir katille ilgili ama o da yine toplumsal bir hikâyedir. En çok da o satıldı. Bir günde baskının yarısı bitti. Sürprizbozan verecek olursam eğer, tek fantastik öğe de sanırım dedektifin gördüğünü sandığı salyangozlar.
Yurt dışına giderseniz yayınevi ne olacak?
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim yayınevi kesinlikle işleyecek. Hala Türkiye’de nasıl çevrilmemiş bu dediğim yabancı polisiye yazarların kitapları var. Belki onları çevirtirim, belki çevirtmem. Şu an için plan yapmıyorum. Ama yayınevi ben yurtdışına gitsem de duracak ve işleyecek Yayınevini dışarıdan idare etmenin bir yolunu bulduk. Bu yüzden her zaman kendi kitaplarımı basacağım ve başkalarınınkileri de elbet.
Neden salyangozlara bu kadar takıntılısınız?
Aslında bu ölümcül bir paradoks. Şaka yapıyorum. Bunun birçok nedeni var. Altın olmasını istemediğim oranlar, Tuz, spiral ve bulmaca kabuklar diyebilirim. Gerisi uzun bir roman olur.
Salyangozlar diye bir kitabınız da var. İlk kitabınız sanırım…
Evet ama öyle sanılsa da Salyangozlar bir polisiye kitap değil. On yıldır yayınlamadığım bir dosya. İktidar- Güç eleştirisi temelinde yazdığım, fantastik, distopik ve büyülü gerçekçilik içeren hikâyeler var içinde. Bu kitaptaki tam 11 öyküyü de ‘filme çekebilirim ben bunları sanırım’ diye yazmıştım. Hatta bazılarını tek mekan yazarsam daha kolay çekerim diye düşündüm. O kitapta klasik büyülü gerçekçilik içeren edebiyata selam çaktığı ‘Salyangozlar’ öyküsü aslında uzun alt metinleri de olan çok sevdiğim bir taşra hikâyesidir. O hikâyeyi işte cümle cümle filme çektim. Toptaş’ın gölgesizlerine benzetirim onu ben.
Dikkatimi çeken, Salyangozların arka kapağında şöyle bir şey yazıyor;
Aslında Salyangozlar, sanki Freud, Borges, Toptaş, Kafka, Poe, King, cristie ve Focualt birilerini öldürürken; Swankmajer, Lynch ve Cronenberg gibi yönetmenler de onları çekiyorlarmış gibi garip bir paradoksun dokusunu içerir.
Orijinal kitabın arkasında yazım yanlışları olsa da evet aynen öyle. Ama o aslında Hannya- Maskeler ve Yüzler polisiye öykü kitabım için yazılmış bir cümleydi. Oraya koymak istedim sadece. Salyangozlar en amatör işlerim. Polisiyeler de daha sonra metinler ve kurgu profesyonelleşti. Okuyucu polisiye kitapları sırayla okursa zaten hissedecektir.
Hannya polisiye serisi isimden de anlaşılacağı üzere bir Japon ismi ve eserlerinizde oldukça fazla Japon isimleri var.
Çoğu sevdiğim Japon yönetmenlerin ya da film karakterlerinin isimleri. Aslında bu öyküler Türkiyeli öyküler. Bu yüzden zaten evrensel işler diyorum bunlara ben. Ben burada büyüdüm, buranın kültürüyle yetiştim. İsimleri Türkçe, yakuzaları Türk mayfası diye düşün. Arnavut veya Rus mafyası diye düşün. Hikâye yine çalışır. Bazı Japon mitolojilerinin hikâyelerinin içinde geçtikleri öyküler hariç diğerleri oldukça evrensel öykülerdir. Zaten zamansız, mekansız, distopik, fantastik işlerden bahsediyoruz burada.
Neden Türk isimleri kullanmadınız o zaman?
Aslında olay Japon isimleri de değil. Ben isimlerin bazılarını da kendim yaratıyorum zaten. Sizin öyküde okuduğunuz ve Japonca sandığınız şey aslında benim yarattığım bir isim olabilir. Bir taraftan da Türk isimleri diye kullanılan isimleri ben açık söylemek gerekirse sevmiyorum. Çünkü Türkiye’de kullanılan isimlerin çoğu aslında Arap isimleri. Arap olduklarından da değil. Sadece bana estetik gelmiyor. Tek neden o. Hece ve estetik bakımından Japon isimleri kullanıyorum. Bir kitabımı da sadece eski Türkçe isimlerin olduğu karakterlerden oluşturacağım. Zaten sadece Japonya’da geçen hikâyem yok. Almanya, Balkanlar, İspanya ve daha birçok başka yerlerde geçen öykülerim ve bu ülkelere ait dillerde olan isimlerim de oldukça fazla. Hatta şu an Polonya isimlerinin olduğu Polonya da geçen bir polisiye Roman yazıyorum. Polisiye yazarlar için gayet normal şeyler bunlar.
Nasıl bir yazma ritminiz var?
Yazma ritmim aslında memur gibi işe gidip yazmaktan ibaret gibi. Kahvaltı ve kahve sonrası bir süre ayılmayı bekliyorum. Daha sonra bilgisayar başına oturuyorum ve mesai başlamış oluyor. Diğer türlü ‘romanı 1 yılda yazdım, şu kadar zamanda yazdım’ gibi şeyler benim için geçerli değil. Ben hızlıca yazıyorum sanırım. Dikkat dağınıklığım olmasa çok daha kısa sürelerde bitiririm. Bilgisayar internetle birleşince kendi açımdan çok yavaş ilerliyorum. Kendimi her koşulda yazmaya hazırlıyorum. Eskiden fiziksel olarak yorgunsam, yazamaz ya da başlamazdım ama şimdi kendimi bu koşullara da alıştırıyorum. Her yerde, her koşulda yazmak benim için çok faydalı olacak. Zaten en zor, en sıkışık zamanlarda en iyi işler çıkar.
Antimimik nedir? Nereden çıktı?
Antimimik hayata karşı duruşum. Birçok değişkenin bir araya geldiği, kendi içinde metaforik bir alt metni var Antimimik’in. O da uzun bir roman olur.
Sorularımıza verdiğiniz cevaplardan ötürü teşekkür ederiz.
Rica ederim. Ben de Okuyorum.org ekibine ilgilerinden dolayı teşekkür ederim.
Yorum Gönder