The Most/Recent Articles

Sinan Tütüncüler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sinan Tütüncüler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Momo Kitap Yorumu Michael Ende

Çocuk edebiyatında iz bırakmış, öne çıkmış, kültleşmiş her eser için sorulan ve cevabı verilmekte zorlanan bir soru vardır; Bu hikaye çocuklar için midir, yoksa yetişkinler için mi? Örnek mi; Klasiklerden Küçük Prens, Alice Harikalar Diyarında, modernlerden Yüzüklerin Efendisi ve Harry Potter.
Momo  Michael Ende
Tuhaf Dergisinin Nisan ayının konusu da “Küçük Prens” ve derginin ilgili sayfalarında sorulan temel soru da bu, “Küçük Prens” bir çocuk kitabı mıdır, yetişkin kitabı mı? İçinde yer aldığım Kitap Ağacı Ailesinin, Nisan ayı kategorisi çocuk kitaplarıydı ve yapılan oylama sonucunda “Momo” Nisan ayının kitabı seçildi. Yetişkin bir okur grubunun, aylık okuma listesine bir çocuk kitabı eklemesi biraz garip gelebilir. Oysa biraz detaylı düşününce, bir yetişkin bile olsanız çocuk kitaplarının hiçbirimize uzak edebi eserler olmadığını kolaylıkla görebilirsiniz. Aslında okul öncesi ve ilkokul çağında çocuğu olan her bireyin çocuk kitaplarına aşina olması gerekir. Her çocuğa ait ufak da olsa bir kitaplık oluşturmak, çocuğa kitap okuma alışkanlığı yaratmak adına önemli bir adım. Çocuk kitapları için elbette ilk akla gelenler klasikler. İnsanlar çocukları için, ilk olarak Pamuk Prenses ve Kırmızı Başlıklı Kız ile başlayan, Jules Verne, Ömer Seyfettin, Charles Dickens’ın kitapları ile devam eden bir seriyi takip ediyorlar. Oysa çocuk edebiyatı da, yetişkin edebiyatı gibi oldukça dinamik ve sürekli yeni yayınlar piyasaya çıkıyor. Artık belirli başlı tüm yayınevlerinin çocuk edebiyatı kategorisi mevcut. Bu konuda başlı başına uzmanlaşan yayınevleri de var; Günışığı Yayınları, Can Yayınları, Doğan ve Egmont Yayınları, 1001 Çiçek Yayınları, Epsilon Yayınları ve Yapı Kredi Yayınları ilk dikkatimi çekenler. Son dönemde benim çocuklarımın daha çok ilgisini çekenler ise Saftirik benzeri yarı çizgi yarı metin, sayfalarının dinamik kullanıldığı kitaplar. Bu örneğe baktığımızda, Michael Ende’nin “Momo” isimli romanı ara ara çizim barındırsa da, bir yetişkin kitabı formatında. Yaklaşık 300 sayfalık hikâye, kalınlığı ile çocukları biraz ürkütmekte. Ancak kapak tasarımının etkisi konusunda karar vermekte zorlandım. Çünkü bana, yetişkin algısına daha uyumlu bir kapak gibi görünse de kızım da kapaktan etkilendi. 
“Momo” küçük bir sokak kızının hikâyesini içeriyor. Kızın kökeni ve nereden geldiği hakkında bir bilgimiz yok. Sokak çocuğu olması ise mağdur olduğu anlamına gelmiyor. Hayatından şikâyeti olan bir çocuk değil. Zaten yerleştiği bir antik tiyatro harabesinde, yakın mahallenin insanları ona yeterince destek veriyorlar. Harabelerin arasında küçük bir oda düzenleniyor ve düzenli olarak yemek gönderiliyor. Momo da bu iyilikleri karşılıksız bırakmıyor. Mahallenin çocukları, Momo’nun yanında bulunmaktan ve onunla oyun oynamaktan keyif alıyorlar. Yetişkinleri ise onunla teselli buluyor ve sorunlarına onunla birlikte çözüm üretiyorlar. Momo’nun tek bir yeteneği var. Karşısındaki insanı sabırla ve yeterince dinlemesi. Sırf bu dinleme ile karşındaki insanların huzur bulmalarına, mantıklı düşünebilmelerine ve yaratıcı olabilmelerine yardım ediyor. Hikâye, güzel bir gecekondu dayanışması ile devam ederken, kentte yaşanan bir gelişme tüm düzeni altüst etmeye başlıyor. Kent gittikçe büyüyor ve insanların günlük yaşamlarında daha az boş zamanları olmaya başlıyor. Ve Momo bu gelişmelerin arkasında Duman Adamların ve onların bağlı olduğu Zaman Tasarruf Şirketinin bulunduğun fark etmesi ile hikâye farklılaşıyor. 
“Momo” aslen bir modern zaman eleştirisi. Ancak modern yaşamın insanların yaşam tarzlarını değiştirmesini, bir masal formu ile anlatmaya çalışması romanı oldukça farklılaştırmış. Giderek boş zamanı azalan insanlar mevzusunu, orijinal bir kurgunun içine yerleştirerek anlatmaya çalışıyor. Zamanının merkezi olan Hiçbir Yerde Evi ve onun yönetici Hora Usta çocukların hayal dünyasına hitap etme konusunda oldukça iyi kurgulanmış masal ögeleri. 
Zaman Tasarruf Şirketinin faaliyeti öncesinde sokaklarda oynayan çocukların, ardından yetişkinlerin iş vakitlerine tehdit oluşturmaları nedeni ile çocuk depolarına gönderilmeleri ise aslında modern zamanın eğitim sistemine bir eleştiri. Okullar çocukların eğitilmesi için oluşturulmuş merkezler mi, yoksa kentlerde ve yetişkin insanların arasında ayak bağı olmasın diye tasarlanmış toplama kampları mı? Belki de, hayal güçleri yetişkin olmalarını engelleyen çocukları en kısa ve verimli yoldan yetişkin yapmak için kurulan hayal gücünü yok etme merkezleridir. Michael Ende romanı ile bize esas olarak şu soruyu sorduğunu düşünüyorum; Kapitalizm insanın emeğini mi yoksa zamanını mı sömürüyor? Bence Ende’nin, romanda verdiği cevap ikincisi. Çünkü kapitalizmde sömüren kişiler bile zamansızlıktan dert yanıyorlar, çocukları ile yeterince ilgilenemiyorlar ve hatta kazandıkları paraları harcayabilecekleri zaman bulamıyorlar. Ancak Ende’nin romanında dikkatimi çeken bir nokta daha oldu. Momo’nun arkadaşı, hikâye anlatıcısı Gigi’nin anlattığı bir hikâyede, dünyayı kendi görüşleri doğrultusunda değiştirmek isteyen acımazsız zalim Despot Marksentius Kommunus’dan bahsediliyor. “Marks”, “Kommunus” ve “dünyayı değiştirmek” ifadeleri bir araya gelince insanın aklına tek bir insan geliyor; Karl Marks. Açıkçası bu hikâye parçasındaki tüm unsurlar bu isme işaret ediyor. Dünyayı değiştirmek isterken başka bir dünya kuran ama ne hikmetse kurduğu dünya eskisinden farklı olmayan bir karakter tarif edilmiş. Karl Marks’ın önerdiği yeni dünyanın başarısız olduğu iddia edilebilir ama en azından bir fikir adamı olarak despot ve zalim olarak tanımlanması oldukça ilginç. Bir çocuk kitabında bu tip bir benzetmenin ve hikayeleştirmenin yer alması da bir o kadar ilginç. Ama bu Ende’nin, izm’lerle arası olmayan hümanist bir yanı olduğunu da gösteriyor olabilir. Çünkü hikâyenin içeriğinden, toplumsal sistemlerdeki otoriter yapılarla sorunları olduğunu çıkarmak mümkün. “Momo” bir çocuk kitabı mı, yoksa yetişkin kitabı mıdır, sorusuna benim verebileceğim yanıt, yetişkinler tarafından çocuklarına okunması gereken bir kitap olduğudur. Bu şekilde her iki yaşam çağına da seslenecektir.
Momo
Michael Ende
Pegasus Yayınları
304 Sayfa
Sinan Tütüncüler

Bir Türkiye Hayali Selçuk Şirin

Selçuk Şirin’i, bir aralar sosyal medya mecralarında paylaşım akımı oluşturan TED konuşmaları ile tanıdım. 
Bir Türkiye Hayali Selçuk Şirin
Bu tip popüler paylaşımlardan pek etkilenmemekle birlikte, bu paylaşımlar ilgimi çekti ve Selçuk Şirin’i daha fazla tanımaya ve takip etmeye çalıştım. Neticede yurtdışında yaşayan bir akademisyen ve Hürriyet Gazetesinin düzenli bir köşe yazarı olduğunu öğrendim. Çok düzenli olmamakla beraber yazılarını takip ettim. Selçuk Şirin’de ilk fark ettiğim, berrak bir zihin, objektif gözlem, gerçekçi analiz, analitik değerlendirme ve mantıklı çözüm üretme çabası oldu. Bir akademisyenin sahip olması gereken temel özelliklere sahipti. Özellikle de eğitim konusundaki görüş ve fikirlerinde. Sayıları seven bir akademisyen ve bu sayıları eğip bükmüyor. Sayıların sosyal anlamlarını doğru kavrayarak konuya yaklaşıyor.Selçuk Şirin’e dair ilk gözlemlerim bu olunca, bir insanı, düşün adamını doğru tanımanın yolunun onun kitabını okumak olduğuna inanan birisi olarak, bir Selçuk Şirin kitabı okumaya karar verdim. Gözüme çarpan ilk kitabı olan “Bir Türkiye Hayali” kitabını edinerek işe başladım.“Bir Türkiye Hayali” Selçuk Şirin’in ikinci kitabı. Yazarın ilk kitabı “Yol Ayrımındaki Türkiye”. Açıkçası daha önce fark etseydim bu kitabı okuyarak Selçuk Şirin külliyatına başlamak isterdim. Çünkü kitapta yer alan bir çok yazıda, söz konusu konuya, “Yol Ayrımındaki Türkiye” kitabında daha detaylı yer verdiğini belirten ibareler mevcut. Bu durum ister istemez konunun bütünlüğüne ulaşmak adına eksiklik yaratıyor.

Kitap, beş ana bölümden oluşuyor; Toplum Üzerine Sayısal Denemeler, Eğitim Üzerine Sayısal Denemeler, Politika Üzerine Sayısal Denemeler, Kalkınma Üzerine Sayısal Denemeler, Çare Biziz.ABD’de yaşayan bir davranış bilimci ve gelişim psikolojisi uzmanının, Türkiye üzerine bu kadar sayısal veriye sahip olması, bunlar üzerinde düşünmesi ve yorum üretmesi ilginç. Yazılarından da fark edileceği üzere Selçuk Şirin beyin göçü yapmış sayılacak akademisyenlerden değil. Sanki gövdesi yurtdışında ama beyni buralarda kalmış gibi bir görüntüsü var. Kitapta birkaç yerde, güne Türkiye gazetelerini ve Türkçe sosyal medya mecralarını takip ederek başladığını söylüyor. Ayrıca ülkeye düzenli aralıklarla geliş gidiş yapıyor ve Türkiye’deki birçok üniversite öğrencisine tez ve proje danışmanlığı yapıyor. Tüm bu nedenlerle, söylediklerine gaipten gelen sesler olarak bakmak mümkün değil.Ot Dergisinin Nisan Ayı sayısında, derginin demirbaş yazarlarından Dücane Cündioğlu, bir insanın kendisini tanıması için bir miktar kendisi dışına çıkıp, kendisine dışarıdan bakması gerektiğini söylüyordu. Bu durum insanın ülkesini değerlendirmesi açısından da böyledir. Türk toplumu, kendisine ve ülkesine çok fazla içeriden bakan bir toplum. Rahmetli çetin Altan’ın söylediği gibi bizler “Türk’e Türk propagandası” yapmayı seviyoruz. Bu nedenle Selçuk Şirin gibi, evrensel değerlerle temas etmiş ve kendi toplumuna dışarıdan bakıp, bozuklukları ve eksiklikleri tespit edebilen kişileri önemsiyorum. Elbette ülke dışına çıkmak tek başına bir kriter değil. Bunu yapıp, ülkeye daha kapalı bakış açısı ile dönen çok fazla insanlara rastlamak da mümkün.
Kitaba dönecek olursak, Selçuk Şirin’in Türkiye’ye üç temel çözüm önerisi var; Hukukun üstünlüğü, temel özgürlükler ve beceri bazlı eğitim. Bunların Türkiye’de neden ve nasıl eksik olduğunu da örnekleri ile açıklamaya çalışıyor. Türkiye özellikle son 10 yılda adalet, özgürlükler ve eğitim konusunda hızla geri giden bir ülke. Bundaki temel neden etken ise ülkenin, dünyadaki gelişmelerden kopan, kendi içine kapanan, kendi ideolojisini önemseyen bir topluluğun yarattığı bir türbülansa girmiş olması.
Selçuk Şirin’in de bahsettiği gibi, Türkiye aslında belirli yönlerde gelişim gösteriyor. Devlet büyüyor, fiziksel kapasite artıyor, altyapı yatırımları hızlanıyor. Ama bunlar sosyal ve toplumsal yönlerle desteklenmiyor. Örneğin okul sayısı hızla artıyor, eğitime ayrılan bütçe payı yükseliyor ama bu eğitimde bir başarıyı beraberinde getirmiyor. Uluslararası değerlendirme sınavlarında (PISA) Türk öğrencileri okuduklarını anlama hususlarında dahi oldukça geride kalıyorlar. Bu da bize gelişmenin, sadece bina yapmak, yol yapmakla eşdeğer olmadığını ispatlıyor. İyi bir eğitim politikası geliştirebiliyor muyuz, müfredatı bilimsel gerçeklerle belirleyebiliyor muyuz, iyi öğretmen yetiştirebiliyor muyuz? Bu girdiler, eğitim için yeni bina girdisinden daha değerli.Selçuk Şirin’in, Suriyelilerin özellikle çocuk Suriyelilerin uyum süreci değerlendirmesi, toplum ve ahlakla ilgili yorumları, “Trump neden başkan oldu” sorusuna verdiği cevaplar, sosyal medyanın siyasete etkisi üzerine verdiği bilgiler, 4. Sanayi devrimi, hayal ve icat üzerine kurduğu tezler okunmaya değer. “Ahmet Ümit Ekonomisi” ve “Haccın Fıtratı” başlıklı yazıları ise farklı bakış açıları ile oldukça keyif verici.Gazete yazılarının toplandığı bir kitabı okumak bazı insanlara çok mantıklı gelmeyebilir. Ama söz konusu yazılar, anlık durumları değil de, geçmişi ve geleceği ile süreçleri anlamaya, yorumlamaya çalışan yazılar ise, bunların kitaplaşması, daha kalıcı bir esere dönüşmesine neden olur. Selçuk Şirin kitabını tasarlarken, yazıları oldukça mantıklı konu başlıkları üzerinden ayırmış ve bu nedenle yazılar kitapta birbirinden kopuk gazete köşe yazıları gibi durmuyor. Bir yazıdan diğerine geçtiğinizde, konular arasında kolaylıkla bağlantı kurabiliyorsunuz.
Galiba günümüzde bilgiden daha değerli olan şey bakış açısı. Güneş altındaki bir direğe, güneşte kalan cephesinden de bakabilirsiniz, gölgede kalan yönünden de. Bir taraftan bakınca direk size karanlık, diğer tarafından aydınlık gelecektir. Galiba en doğru bakış açısı, olayın her iki tarafını da deneyimleyebilmektir. Türkiye gittikçe dar bakış açıları altında boğulan bir ülkeye dönüşüyor ve Selçuk Şirin gibi geniş bakış açılı insanlara daha fazla ihtiyacımız var.
Yorumlayan Sinan Tütüncüler

Üzümün Kardeşliği John Fante

Hasan Ali Toptaş’ın “Kuşlar Yasına Gider” romanının değerlendirme yazısını yazarken şöyle bir ifade kullanmıştım; “Bir zamanlar babasının otoritesi altında kalmış her erkek çocuk, babasının yaşlanma dönemi sürecinde bu akışı yaşar. O dağ gibi babanın giderek çocuklaşması ve gün gün erimesi iç yakıcı bir süreçtir. Bu süreci az ya da çok kendisinin de yaşayacağını bilen erkek çocuk açısından bu durum aynı zamanda bir gözdağıdır.” 
Üzümün Kardeşliği John Fante John Fante’nin “Üzümün Kardeşliği” romanını okuduğumda da benzer şeyler geçti aklımdan. Yine babasından başka bir memlekette yaşayan bir yazar, yine hayatının son demlerini yaşayan ve eski konforlu, şaşalı günlerinin hayalini kurarak, alışkanlıklarını terk etmekte direnen bir baba figürü var karşımızda. Ama elbette hikâye kurguları, dilleri, işleyişleri çok farklı iki eser. Ama ölüme yaklaşan baba ve o tükenişi hüzünle seyretmek zorunda kalan orta yaşlı oğul figürü sabit. John Fante’yi bir arkadaşımın ısrarlı önerisi ile okuma listeme ekledim. “Bukowski seviyorsan, bunu da okumalısın” demişti. İşin garip tarafı şu ki, ben Charles Bukowski’nin “Ekmek Arası” romanını okumuş ve çok fazla keyif almamıştım. “Kaybedenler” edebiyatı pek bana göre değildi zannedersem. Ama yine de John Fante ismi ve Bukowski’nin “John Fante benim Tanrımdı” sözü merakımı celbetti. Üzerinde çok fazla araştırma yapmadan “Üzümün Kardeşliği” romanını temin ettim. John Fante, Amerika’da İtalyan göçmeni bir ailenin çocuğu ve “Üzümün Kardeşliği” de bu arka plan üzerine kurulmuş. Taş Ustası İtalyan göçmeni bir babanın oğlu olan yazar Henry’nin, babası ile annesinin boşanacağı haberi üzerine yaşadıkları kasabaya gelişi ve babasının, yapacağı son bir taş işçiliği için ondan yardım istemesi üzerine ilerliyor hikâye. Ama elbette, Henry’nin çocukluğundan itibaren babasıyla yaşadığı tüm çekişmeler, geçmişe dönük olarak işleniyor. John Fante’yi özel kılan, gerçekten İtalyan göçmeni bir ailenin çocuğu olması ve kendi hayat çizgisi üzerinden romanlarını kurgulamasından çok, romanlarındaki çekincesiz, filtresiz, hayatın tüm pisliklerine temas eden dili ve anlatımı. Diyalogların tamamı insanın midesini kaldıracak kadar gerçek ve insanların tüm kusurları cam gibi ortada. Kitabın ana çizgisi baba ve oğul hikâyesi gözükse de, arka planda kitaba derinlik katan unsurlar oldukça fazla. İtalyan göçmenlerin Amerika’da kendi yaşam tarzlarını koruma gayreti, İtalyan göçmenlere göre daha yerli sayılan diğer Amerikalıların İtalyanlara gösterdiği tepki, bunun yazar Henry’nin evliliğine yansıyışı, göçmen ailelerin ikinci kuşağının savruluşu gibi etkileri hikayelerin detayında görmek mümkün. Kitabı okudukça ve benzerliklerin üzerinde durdukça, Hasan Ali Toptaş’ın “Kuşlar Yasına Gider” romanı ile John Fante’nin “Üzümün Kardeşliği” romanındaki anne karakterlerinin benzerliği de gözüme çarpmaya başladı.. Ailenin en silik, etkisiz elemanı gibi görünürken, aslında tüm aileyi bir arada tutan yapıştırıcı olduğunu fark ediyorsunuz hikayenin sonuna doğru. Anne ve baba ilişkisindeki, erkek kadın pozisyonlarına bakıldığında da büyük benzerlikler var. Erkek hep başını alıp giden, geceyi nerede geçirdiği bilinmeyen roldeyken, kadın evin her şart ve koşuldaki sabit elemanı pozisyonunda. Kadınların dindarlığı ve batıllığı ise başka bir konu. Bu benzerliğin bana şunu düşündürdüğünü söyleyebilirim. Eğer dinler icat edildi iseler, onu icad eden kesinlikle kadınlardı. Erkekler sonradan dinin siyasal etkilerini fark edip sahiplendiler. Ama ilk günden beri kadınların dinin siyasal gücü ile ilişkileri olmadı. Onlar dinlerinin en saf inanıcıları pozisyonunda oldular hep. Değerlendirmemin başından beridir, “Üzümün Kardeşliği” romanının, Hasan Ali Toptaş’ın “Kuşlar yasına Gider” romanını ile karşılaştırmamın yanlış bir anlamaya vesile olmasını istemem. Konu ve pozisyonlar oldukça evrensel. Yaşamının sonuna gelmiş bir baba ve onun orta yaşlı oğlu ilişkisi de, geleneksel ailelerdeki baba ve anne rolleri dünyanın her yerinde kolaylıkla rastlanabilecek ilişki ve pozisyonlar. Hele ki Akdenizlilik üzerine ortak noktaları olan İtalyan ve Türk ailelerinde bu benzerliğe rastlamak garip değil.Yazar Henry’nin Dostoyevski’ye olan hayranlığı, romandaki sahneleri süsleyen İtalyan yemekleri, yetmişlerin ortasındaki babanın hala devam eden çapkınlık maceraları, hemen hemen her sahnede kendine yer bulan şarap şişeleri ve özellikle yaşlı insanların sohbetleri romanı oldukça keyifli kılıyor. Ortak noktaları şarap olan yaşlı insanları tanımlamak adına romanın adının “Üzümün Kardeşliği” olarak seçilmesi de gayet yerinde bir tercih olmuş. Kitabı okumadan önce, John Fante hakkında yaptığım kısa incelemede, en rağbet gören eserinin “Toza Sor” olduğunu öğrendim. Hatta Bukowski’nin Fante’yi keşfettiği kitabı da oymuş. Gözlem gücü yüksek ve gerçekle bağları bu kadar sıkı olan bir yazarın baş eserini okumamak eksiklik olacak açıkçası. Bu nedenle 2018’de yeni bir John Fante eseri beni bekliyor anlaşılan. Son olarak Bukowski ve Fante arasında bir karşılaştırma yapacak olursam şunu söyleyebilirim; Eğer Fante, romanında babayı başkarakter ve anlatıcı olarak seçseydi, onun tarzının da Bukowski’yle benzer olduğunu söyleyebilirdim. O zaman tam bir “kaybeden” romanı olurdu. Ama Fante’nin başkarakteri ve anlatıcısı oğul yazar, her ne kadar zaman zaman babasının sapkınlığına kayış gösterse de, kesinlikle daha dengeli ve dünya ile bağlarını korumaya özen gösteriyor. Bu anlamıyla bu esere bir “kaybeden edebiyatı” demek zor. Bukowski’nin bu kitabı okurken gözünün ve yüreğinin taş ustası babadan yana olduğuna ise kuşkum yok.

Her Bibliyofilin Hayali; Kağıt Ev

Bir kitap, kitabı bu kadar merkezine alabilir. Düşünün, kitabın ilk satırında bir karakter, bir kitapçıdan bir şiir kitabı alıyor ve henüz ikinci şiirini okurken bir arabanın altında kalarak ölüyor. Kitabın ilk çarpıcı cümlesi de ardından geliyor; "Kitaplar insanın kaderini değiştirir."
KAĞIT EV  Carlos Maria Dominguez
"Kağıt Ev" Carlos Maria Dominguez'in Türkçe'ye çevrilen ilk kitabı. Yazar kitabı ilk olarak 2002 yılında yayınlamış. Jaguar Yayınları ise kitabı 2017 yılında Türkçeye çevirmiş. Diğer yayınevlerinin gözünden kaçan bu eseri Türk okuruna kazandıran Jaguar Yayınlarına teşekkür etmek gerekiyor. Başarılı bir keşif ve cesaret verici bir girişimde bulunduklarına şüphe yok. “Kağıt Ev”in, kitabın yazarının kaçıncı roman ya da hikâye kitabı olduğunu bilmiyorum. Ama zannedersem kendisi daha çok eleştiri türünde eserler veriyor. Dominguez, isminden de anlaşılacağı üzere Latin Amerikalı, Arjantinli bir yazar. Kitap, Latin Amerika edebiyatının derinliğini yansıtıyor. Hikâyedeki 18 bin, 20 bin kitabı olan koleksiyonerler bu edebiyatın etkisinin uzantısı. Kitabın başkarakterlerinden birisi olan bir koleksiyonerin, kütüphanesindeki kitapları düzenlerken, birbirleri ile tartışmalı ve kavgalı yazarların eserlerini yan yana koymama çabasında ismi geçen yazarları gördükçe, Latin Amerika edebiyatının zenginliğini bir kez daha fark ediyorsunuz. Belki de kitabın temel sorusu şu; Kitaplar insanın yaşamını ne kadar değiştirebilir? Bu sorunun cevabını kitapta ararken, evdeki kitapları nemlenmesin diye yıllarca soğuk su ile yıkanan bibliyofilleri görünce büyük ihtimalle kitapseverliğin uzanabileceği noktaları görüp şaşıracaksınız. Yine hikâye, birçok okurun kendi kendine sorduğu ve cevap üretmekte zorlandığı soruları tekrarlıyor ve kendince yanıtlar üretiyor; “Sadece çok uzak bir gelecekte bana faydası olacak kitapları, genel okuma çizgimin dışında kalanları ve bir kez okuyup da bir daha yıllar boyu, belki de hiçbir zaman kapağını bile açmayacaklarımı neden evde tuttuğumu defalarca sordum kendime”… Cevap ise ardından geliyor; “Çoğunlukla bir kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zordur. Kitaplar, sanki asla geri dönemeyeceğimiz bir anın tanıkları gibi, bir ihtiyaç ve unutkanlık anlaşmasıyla tutunurlar insana” Kitap bir novella, yani uzun hikâye türünde. Bir oturuşta okunup bitirilebilecek kısalıkta ve akışkanlıkta bir eser. Hikâye çok fazla dallanıp budaklanmıyor. Kısaca, hikâyenin başında ölümüne tanık olduğumuz bir Cambridge Üniversitesi, Hispanik Diller bölümü öğretim üyesi Bluma Lennon’un ve onun ölmeden önce, Monterrey’de bir konferansta tanıştığı bir kitap koleksiyoneri arasındaki gizemli ilişkiyi takip ediyoruz. Ama hikâyede her iki karakter de sahne önünde değiller, sadece gölgelerini takip ediyoruz. Onların hikâyelerini, üniversitede Bluma Lennon’un yerini alan başka bir öğretim üyesi anlatıyor. Anlatıcı, hikâyeyi elde etmek için Latin Amerika’ya yaptığı ziyaret ile kitap koleksiyoneri Carlos Brauer’in peşinden gitmeye çalışıyor. Son vardığı yer ise kitaplarla inşa edilmiş ve ardından yıkılmış bir ev oluyor.
Öğretim üyesi ile koleksiyonerin gizemli ilişkisi yeterince açığa çıkmasa dahi, kitabın bir insanın yaşamında ve ilişkilerinde ne kadar belirleyici olabileceğine tanık oluyoruz. Hikâye boyunca, Latin Amerika edebiyatının derin sularında yüzdüğünü hissetmek de oldukça ferahlatıcı.
Kitapla ilgili tek itirazımın kapağına yönelik olduğunu söyleyebilirim. Kitaplarla inşa edilen bir evi, plastik bir kulübe ile yansıtmaya çalışmak, bence kitaba yakışmamış. Kitabın yabancı baskılarının kapaklarını incelediğimde çok daha iyi kapak tercihleri ile karşılaştığımı söyleyebilirim. Ancak, kitabı okuduktan sonra gözüme çarpan bir bilgi bu eleştiride bir adım geri adım atmama neden oldu. Kitabın kapak tasarımının, kitabın girişinde, örneğine az rastlanır şekilde, yayınevinin kitabı ithaf ettiği Cem Ersavcı tarafından yapıldığını öğrendim. Kitabı okumaya başlarken, kitabı birilerine ithaf etme hakkı genellikle yazara aitken, yayınevinin böyle biri girişimde bulunması garibime gitmişti. Ama acı gerçeği sonradan öğrenmiş oldum. 
Kitabın orijinal ismi "La Casa De Papel". Ekşi sözlükte “Kağıt Ev”i araştırırken, beni "La Casa De Papel" başlığına yönlendirdi. Bu başlık altındaki ilk yorumlar kitaptan bahsederken, bir süre sonra bir diziye yönelik yorumlar yoğunlaşmaya ve baskın hale gelmeye başladı. Böylece kitaptan bağımsız bir şekilde, bu isim sahip bir de dizi olduğu öğrenince, bu İspanyol dizisini izleme merakı edindim. Açıkçası bu güzel kitap beni bir de güzel dizi ile tanıştırdı. Kitaba bu nedenle de ayrıca şükran duyuyorum.
KAĞIT EV
Carlos Maria Dominguez
Çevirmen: Seda Ersavcı
Jaguar Kitap
94 Sayfa
Puan
★★★★★
Yorumlayan Sinan Tütüncüler

Ağaçkakan Tom Robbins

Okuduğunuz bir kitapta, sık sık ana konudan sapıp farklı yönlere gittiğinizi ve ana yörüngeye dönmekte zorlandığınızı hissettiğinizde kitaptan yorulmaya başlayabilirsiniz.
Ağaçkakan Tom RobbinsAma saptığınız her bir yön başlı başına bir verimli arazi ise kitaba bakışınız değişir. Tom Robbins’in kitapları biraz bu özellikte kitaplardandır. Sık sık ana güzergâhtan saparsınız, ama ana hikâyeden kopmak size hiç de sıkıcı gelmeyebilir. Aslında romanı hikâyeden ayıran temel özelliğin bu olduğu da söylenebilir. Roman dallanıp budaklanan bir ağaçtır. Bazen ucu sadece gökyüzüne açılan bir ince dalı takip eder ama bir süre sonra ana gövdeye dönersiniz. Hikâye ise yapısının çoğu gövdeden oluşan ve çok fazla dallanıp budaklanmamış olan bir fidandır.
Tom Robbins’ten, yıllar önce okuduğum “Parfümün Dansı” ve henüz yeni bitirdiğim “Ağaçkakan” kitaplarından edindiğim izlenim çok zeki ve yaratıcı bir yazar olduğu. Zekiliği sadece hikâyenin parlaklığından kaynaklanmıyor. Kelimeler ve cümleler de zekâsını çok iyi yansıtıyor. Zeki bir yazarı, hele bir de mizahi bir dile sahip ise okumak büyük bir keyif. Ama bu keyfin, kolay bir okumadan kaynaklandığı da söylenemez. Aynen, bisiklet sürmeyi, dört işlemi yapmayı öğrendikten sonra alınan bir keyif gibi bir şey. İmkânsız ve aşılamayacağı düşünülen bir eşiği aştıktan sonra alınan bir tattan bahsediyorum.
Tom Robbins uzun süre ara verdiğim yazarlardan oldu. “Parfümün Dansı”nı ne zaman okuduğumu hatırlamıyorum bile. Kitabın Türkiye’de ilk basımı 1995’de olmuş. Romanı ilk yayınlandığı yıllarda da okumuş olabilirim, 2000’li yılların başlarında da. Ancak şu anda kitaplığımda bulunmadığına göre, 1995-1999 aralığında İstanbul’daki öğrencilik yıllarında okumuş olma olasılığım daha yüksek gibi görünüyor. Çok klişe bir ifade olsa da tekrarlamaktan çekinmeyeceğim üzere, son derece inanılmaz keyifli bir romandı. O günden beridir, okuduğum ve en beğendiğim romanlar listesinin ilk başlarına “Parfümün Dansı”nı eklemişimdir. Yakın bir zamanda bir sohbet esnasında bir kez daha bu romanın adı geçtiğinde zihnime birkaç soru takıldı durdu; Benim bu kadar çok beğendiğim bir romanın yazarı başka güzel eserler vermiş olmaz mı? Neden yazarın diğer kitaplarını okumak konusunda bu kadar eksik kaldım? Bu soruların ardından Tom Robbins’in yeni bir kitabını okuma listeme eklemem kaçınılmaz oldu ve “Ağaçkakan”ı bu sebeple okumaya başladım. Tom Robbins, romanlarını belirli imgeler üzerine kuruyor. Ağaçkakan’da öne çıkan imgeler kızıl saç, piramitler ve ay. Romada, güneş insanları ve ay insanları gibi ayrımlar geliştiriyor ve kızıl saçlıların dünya üzerindeki gizli görevlerine odaklanıyor. Roman, kitabın arka sayfasındaki tanıtım yazısından da anlaşılacağı üzere bir aşk romanı. Ama Tom Robbins’in sıradan bir aşk romanı yazması beklenemezdi elbette. Romanın ana karakterleri, devrik bir kralın, kendisini hala prenses kabul eden kızı ile bir kanun kaçağı. Devrik kral ve eşinin ABD’de, Seattle’daki evleri ve onların düzenli olarak CIA tarafından takibi başlı başına ilgi çekici bir hikâye aslen. Ancak cinsel bağımlılık problemi olan prensesin ergenlik dönemi gelişimi, erkeklerle ilişkisi ve ardından olgunlaşma girişimlerinin neticesinde bir kanun kaçağının felsefi rüzgârına kapılması elbette romanın en baskın hikâyesini oluşturuyor.
Ağaçkakan lakaplı kanun kaçağı, her bir diyalogunda, dünyayı yeniden yorumluyor. Kanun kaçakçılığını ifade edişi de bunu açıklıyor; “Kanun kaçakları, hayatın süpermarketindeki konserve açacaklarıdır”. Ama belki de daha derin bir tarifi şu olabilir; “Kanun kaçakları toplumun üyesi değildir. Fakat toplum için önemli olabilirler. Şairler rüyalarımızı hatırlar, kanun kaçakları onları oynar.”
Prenses Leigh-Cheri’nin kanun kaçağı ile, kendi konumunun ona dünyevi bir sorumluluk yüklediğini fark ettiği bir zaman diliminde karşılaşıyor. Bu zamanlamanın, aşk ateşinin alevlenmesinde etkili olduğu bir gerçek. Ama romanın zaman zaman erotik, hatta pornografik öğelerinin de bu aşk ateşine kucak dolusu odun taşıdığı da başka bir gerçek. Romanın üzerine yoğunlaştığı nesnelerden birisi, bir  Camel sigarası paketi. Prensesin, cezaevine düşen sevgilisi ile aynı şartlarda yaşamaya çalışarak, kendisini bir çatı katı odasına kilitlediğinde tüm dikkati bu sigara paketine odaklanıyor. Ve biz okurlar da, bir sigara paketinden ne anlamlar üretilebileceğine hayretler içinde tanık oluyoruz.
Ayrıca sigara kullanmayan ve kullanılmasından çok hoşlanmayan birisi olarak, romanda sigara içmeye oldukça ikna edici bir metne rastladığımı söyleyebilirim; “Dört elementten üçü tüm yaratıklar tarafından paylaşılır ama ateş yalnızca insanoğluna bağışlanmış bir hediyedir. Ateşe, canımız o anda yanmadan en çok sigara içerek yakın olabiliriz. Sigara içen herkes, tanrıların ateşini çalıp evine götüren Prometheus’un cisimleşmiş halidir. Güneşin gücünü elde etmek, cehennemi etkisi kılmak, o ilk kıvılcımla özdeşleşmek, yanardağın iliğini emmek için sigara içeriz. Peşinde olduğumuz tütün değil, ateştir. Sigara içerken bir çeşit ateş dansını, yıldırım kadar eski bir ritüeli icra ederiz”
Ama Tom Robbins, bu güçlü ikna edici metnin panzehirini de yine kendisi geliştiriyor; “Sigara içen kişinin akciğeri, ateş tanrısına kurban edilmiş çıplak bir bakiredir.”
Kitap okumak emek ve çaba ister. Beyin hücrelerinin alınteri dökmesi gerekir. Tom Robbins’in romanları bu çabayı talep eden romanlardan. Bir miktar zorlanmayı göze almak gerekiyor. Ama pedala birkaç kez basıp, gidonu doğru tutmaya başladıktan sonra, bisiklet sürmeyi öğrenmenin keyfine benzer bir keyif alacağınızdan şüpheniz olmasın.
AĞAÇKAKAN
Tom Robbins
Ayrıntı Yayınları
288 Sayfa
Puan
★★★★
Yorumlayan Sinan Tütüncüler

Kıyıdan Uzakta Mehmet Eroğlu

Bir Ege kıyısında, ölümü bekleyen yaşlıların dizinin dibinden geçmişe yazılan uzun bir mektup bizi kıyıdan uzağa götürüyor. Kocasından genç bir eşin haz dünyasında gezdiriyor. Hem de oldukça düzgün, doğrucu, adaletli, dürüst, akıllı, mantıklı bir kocanın.
Kıyıdan Uzakta Mehmet Eroğlu
Uzun hikâye sınıfına girebilecek “Kıyıdan Uzakta”, Mehmet Eroğlu’nun son eseri. Yıllar önce Mehmet Eroğlu’nun ilk kitabı olan “Issızlığın Ortasında” romanını okumuştum. Tahminen 20 yıl öncesine denk gelen bu okumadan zihnime çok fazla bir şey kalmamış. Ama bu elbette sırf bu kitaba has bir durum değil. Zihnimde 4-5 yıl önce okuduğum kitaplardan bile yeterince iz kalmıyor. İz kalmadığını söylemek haksızlık olabilir. Zihin kendisine veri olarak giren şeyleri bir şekilde işliyor ve kendi önem sırasına göre depoluyor. Büyük olasılıkla ben şimdilik o depoya ulaşamıyorum. Ya da bilinçli halimle değil, bilinç dışı hallerimle o depoya ulaşıyorum. Örneğin uykumda rüyalarım ya da kabuslarımla. Ancak şu var ki, oldukça uzun bir zaman önce okuduğum “Issızlığın Ortasında”, bana Mehmet Eroğlu’nun diğer eserlerini okuma hususunda bir heves kazandırmadı. Bu nedenle bu yazarımızla yolum oldukça uzun bir süre sonra kesişti. Sebebi de, okuma grubumdaki bir arkadaşımın bu kitabı önermesi oldu.
“Kıyıdan Uzakta” için, özet itibari ile bir aldatma hikâyesi diyebiliriz. Ama oldukça sıradışı ve çarpıcı bir aldatma olduğunu söylemekle yetinmek istiyorum.Akademisyen bir koca, eski bir eş, eski eşten olma bir kız çocuğu, ana karakter olan kadın ve onun yaşlı, ölümü bekleyen annesinden ibaret karakter toplamı mevcut hikâyede. Bu karakter toplamından bir aldatma hikayesi çıkarmanın zorluğuna dikkat çekmek isterim sadece. Mehmet Eroğlu, büyük kavramları ve derin cümleleri seven bir yazar. Okurken cümlelerin altını çizmeyi seven bir okur olarak, eğer kendimi sınırlamasaydım, kitabının üçte ikisinin altını çizmek zorunda kalabilirdim. Oysa son yıllardaki okumalarımda, özellikle kurgu eserlerde, daha basit, düz ifadeli eserlerden keyif aldığımı fark ettim. Özellikle Ishiguro eserlerinde bunu iyiden iyiye hissettim. Oysa Mehmet Eroğlu’nun her bir cümlesi elmas gibi işlenmiş cümleler, her birisi ışıl ışıl parıldıyor. Ama kurgu bir miktar bu büyük parıltının altında eziliyor. Elbette eserin aslen mektup formatında yazıldığını düşündüğümüzde, ana karakterin bu anlatıları kaleme alırken, tüm cümleleri süzüp kaleme alması muhtemeldir ve cümlelerin bu şekilde derin olması kabul edilebilir.
“Kıyıdan Uzakta”, bir evliliğin tıkandığı noktaları, kadının gözünden görmemizi de sağlıyor. Bunda eşlerden erkek olanın yaş olarak daha büyük bir etkisinin olduğunu söylemek mümkün olabilir. Ancak bu çatlaklara her evlilikte, özellikle modern yaşama uyum sağlamış evliliklerde rastlamak mümkün. Ama hikâyeyi farklı kılan, evlilikte başlayan çatlağın oldukça çarpıcı sonuçlara yol açması. 2018 yılında yayınlanan “Kıyıdan Uzakta”, deneyimli bir yazar olan Mehmet Eroğlu’nun son eseri olduğu kadar, Türk edebiyatını son dönem gelişimini de gösteren bir eser. İletişim Yayınları’nın başarılı kapak çalışması eseri okurlara sunmuş. Kaliteli kitap okurlarının kitaplıklarında bulunmayı hak ediyor.
KIYIDAN UZAKTA 
Mehmet Eroğlu
İletişim Yayınları
99 Sayfa
Puan
★★★★
Yorumlayan Sinan Tütüncüler