Çünkü anlatılanlar baştan sona, onun günlüklerinden oluşuyor. TARİHSİZ YAPRAK ile başlar roman. Bundan sonraki tüm günlerin başında saat veya gün vardır. Sadece bu ilk yaprak tarihsizdir. İlk günlükte bir soru ile başlar Roquentin: Sözgelimi mürekkep şişemin…Onu daha önce nasıl görüyordum ve şimdi nasıl? Roquentin’in varoluşunun farkına varma serüveni, sonraki sayfalarda anlatılır. Bir deniz kenarında eline aldığı çakıl taşı, ona ilk defa farklı gelmeye başlamıştır ve bu onda bir “bulantı”ya sebep olmuştur.
Kitap, Sartre’nin varoluşçuluk akımının edebiyata uyarlanması aslında. Bir karakter üzerinden, soyut olan kuramın somutlaştırılması ve daha fazla kişiye ulaşma amacı taşıyor. Varoluşçuluk akımıyla ilgili yapılan sayısız soyut tanımları roman üzerinden anlatıyor Sartre. Peki nedir Varoluşçuluk? 19. Yüzyılda hâkim felsefi görüşe tepki olarak ortaya çıkan başka bir felsefi akımdır. Öncesinde “önce öz sonra varoluş” görüşü hakimken bu akım tam tersini savunur: “Önce varoluş gelir, sonra öz.” Açıklamasını şöyle yapar Sartre: “Varoluşçu, insanoğlunda -ama yalnız insanoğlunda- varoluşun özden önce geldiğini savunur. Bunun anlamı şu: İnsanoğlu ilkin vardır, sonra şu ya da bu olur. Kısacası, insanoğlu kendi özünü eliyle yaratmak zorundadır.” (Türk Dili Dergisi/Özel Sayı/ Sayı.349-1981/Sayfa.322) Bu durumda, Sartre’nin açıklamasından şunu anlıyoruz ki, insanoğlu önce sadece vardır ve yapmış olduğu tercihler onun özünü oluşturacaktır. Yani bilgi/tecrübe/eylemlerin her biri insanoğlunun özünün oluşmasında birer malzemedir. Camus ve Sartre bu akımı edebiyata taşımış iki varoluşçudur. Akımın felsefi açıklaması ana hatlarıyla böyle…
Romana dönersek… Antoine Roquentin dedik başta. Kitap baştan sona onun varoluş serüveni ve buna bağlı olarak bulantısını anlatıyor. Nesnelerle ve insanlarla olan ilişkisinden varlığının farkına varmaya dek bir dizi serüven. Serüven demişken sahi, “Bir yolculuğa çıkabilseydim, döndüğümde ne kadar değiştiğimi anlamak için yola çıkmadan önce, kişiliğimin en ince ayrıntılarını not ederdim.” der, Roquentin. Bütün yaptığı sözcükler üzerinde düş kurmaktır onun. Cebelleşip durur sözcüklerle. Yalnız bir insandır. Düşüncelerini saymazsak tabi, yalnızdır. “Yalnızım şimdi, ama yapayalnız değilim. O düşünce var karşımda, bekleyip duruyor.” Onu bulantıya sürükleyen bir diğer konuysa nedensizlik. Yani kendi varlığının bir nedeni olmaması. Sadece var olan biridir Roquentin. Nedensiz var olan. Şimdiye odaklanan sadece. Geçmiş ölmüştür artık. Geçmiş diye bir şey yoktur. Böylece geçmişte olan/ölen kim varsa öz hiçliğine geri dönmüştür. Roquentin’e göre cansız nesnelerin görünen varlığının ardında başka bir varlığı yok. Nesneler sadece gördüklerimizdir. Kokular, sesler ise “ne idüğü belirsiz” şeylerdir. Romanda diğer bir karakter olarak Otodidakt’ı görüyoruz. Antoine Roquentin ile beraber hümanizm üzerine gerçekleştirdikleri sohbet hümanizme olan bakış açımızı genişletiyor. “O kadar çok hümanist tanıdım ki. Radikal hümanist, solcu hümanist…” Kitabın edebi kısmına az da olsa değinmeden geçemeyeceğim. Bunca soyut olan bir kuramı belirsiz bir olay örgüsü içinde verme başarısı, kitabı edebi eserler arasında da değeri yadsınamaz bir kategoriye sokmuştur. Ayrıca uzun betimlemeler sıkmıyor. Zira Roquentin’le beraber çıktığınız (varoluş) serüveninde, onunla aynı şehrin sokaklarında geziyorsunuz.
Bir şey sona ermek için başlamıştır, der Roquentin. Tıpkı bu yazı gibi. Sahi, beyaz zemin üzerinde akıp giden bu siyah şekiller, bir araya gelip nasıl bir anlam dünyası oluşturuyorlar zihnimizde?
BULANTI
Jean Paul Sartre
Can Yayınları
260 Sayfa
Puan
★★★★★
Yorumlayan Mehmet Keklikçi
Yorum Gönder