The Most/Recent Articles

söyleşi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
söyleşi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Erik Vogler Serisinin Yazarı Beatriz Osés ile Söyleşi

İspanya’da yayımlandığında çok ilgi gören Erik Vogler polisiye serisinin ilk kitabı Beyaz Şahın Suçları Bilgi Yayınevi etiketiyle Türkiye’de yayımlandı. Gönül Ekici, bu başarılı serinin yazarı Beatriz Osés ile bir söyleşi gerçekleştirdi.

Beatriz Osés, erik vogler, söyleşi, bilgi yayınevi

Merhaba, öncelikle Türkiye’deki okurlarınıza kendinizden biraz bahseder misiniz?

Çocukluğumdan bugüne yazmak benim için kendimi ifade etmenin ya da konuşmaktan hoşlanmadığım veya zorlandığım şeyleri söylemenin yoluydu. Her yaştan okuyucular için farklı türlere değindim: Kısa hikâyeler, öyküler, şiirler, romanlar ve küçük bir tiyatro denemesi. Kendimi tüm bu yaratıcı kanallarda rahat hissediyorum. Fakat içlerinden en çok eğlendiğim, farklı kişilikleri ve aralarında yoğun ve komik ilişkiler olan üç başkahraman Erik Vogler polisiye serilerinde oldu.

Hakları şu ana kadar beş ülkede satılan, İspanya’da büyük başarı yakalayan Erik Vogler serisini yazmaya nasıl başladınız? İlham kaynağınız neydi?

Bu zamana kadar hiç seri yazmamıştım. Erik’le, büyükannesi Berta’yla ve gizemli Albert Zimmer’la tanıştığımda seri olacağını planlamamıştım. Fakat karakterleri çok sevdim ve bir sene sonra onları özlediğimi fark ettim. Bu yüzden editörümle aynı karakterlerle farklı maceralara atılmak konusunda konuştum. Seri; tuhaf, düzen ve titizlik hastası, cinayetlerin ve diğer doğaüstü varlıkların yanı sıra hayaletlerin odak noktası olan bir gencin bir yılını anlatıyor. Sekiz roman boyunca bir vampir olduğundan şüphelendiği Albert ile olan çelişkili ilişkisi ve torununun tam zıttı bir büyükanneyle, farklı polisiye hikâyeleri birleştiriliyor.

Erik’in karakterini yaratma konusundaki ilham kaynağım, Bülbülü Öldürmek kitabının ikinci karakterlerinden biri ve “Benden Bu Kadar” filminin başkahramanıydı. Benim açımdan iki olası Erik var: Biri bir çocuk ve diğeri de obsesif kompulsif bozukluğu olan bir adam. Ayrıca kendimi karakterlerin bazı detaylarına yansıtma eğilimindeyim. Erik, korkuları ve takıntıları, Berta deneyimi ve özgürlüğü, Albert ise sırları, gizemi ve cesareti simgeliyor.

Kesin olan şey, bir keresinde bir edebi eleştirmen, İspanya’da hikâyelerin okunduğunu fakat karakterlerinin olmadığını söylemişti (Literatura Infantil y Juvenil’den bahsediyor). Bu yüzden bunu, kişisel bir meydan okuma olarak belirledim ve bir karakter yarattım. Sonunda, farklı olaylarda kendimi bağdaştıracağım üç karakter ortaya çıktı. Erik’le birlikte eğlenmek, gülmek, trajikomik durumlar içinde olmak ve mizahla korkunun üstesinden gelmek istedim. Bazı paranormal ayrıntılarla birleştirilen gizemli bir roman, bana, histerik bir karakterle alışılmadık bir dedektifçilik oynama imkânı sundu.

Paranormal unsurlarla bezeli bir polisiye olarak niteleyebileceğimiz bu seride Erik Vogler gibi sıra dışı, Berta gibi renkli, Albert Zimmer gibi gizemli karakterler bulunuyor.   Her biri diğerinden ilginç bu karakterler nasıl oluştu? Yarattığınız karakterlerde aklınıza ilk gelen şey bir fikir, görüntü ya da yaşadığınız an mı? Karakterlerin gerçek hayatta tanıdığınız insanlarla benzerlikleri var mı?

Berta ve Albert Zimmer karakterlerinin oluşturulması basitti çünkü başkahramanın karşıtlığından doğmuşlardı. Erik’in nasıl olması gerektiğini biliyordum (İtici, ukala, düzenli, mantıklı, modaya düşkün…). Büyükannenin inşası zıt bir temelden başladı: Giysilerinde özensiz, asker botları giymiş, doğal, doğaçlama yeteneği olan, samimi, cesur. Ve vampir olma ihtimali olan Albert, Vogler’in başka karakteristik özellikleriyle karşıtlığa düşecek şekildeydi: Sosyal becerileri, çekiciliği, kadınlarla olan ilişkisi, cesareti…

Bence serideki mizahın çoğu bu karakterlerin ilişkilerine dayanıyor. Albert en başından Berta’nın gözdesi oluyor. Erik bunu kıskanıyor çünkü sosyal başarılarını onaylamıyor. Berta, torununun can sıkıcı olduğunu düşünüyor. Ve diyaloglar çok komik bulduğum bu zor ilişkileri yansıtıyor. Farklılıklarına rağmen, karakter üçgeni suça karşı savaşmak, hayatta kalmak amacıyla anlaşmak ve suçluları bulmak için birbirlerine “mahkûmdur.”

Daha önce de bahsettiğim gibi, üç karakterin kişilik özelliklerini paylaşıyorum. Ve dahası, diğer insanlarda gözlemlediğim ayrıntıları da ekliyorum. Belki de bu sebepten dolayı veya uzun zamandır aklımda oldukları için çok gerçekçiler. Öyle ki altı yaşındaki kızım bana Erik Vogler’in gerçek olup olmadığını sordu.

Yedinci Erik Vogler kitabı Şah Mat bu ay (3 Aralık) yayımlandı. Erik Vogler’in maceraları devam edecek mi? Gelecek kitaplarda Erik’i neler bekliyor?

Şu anda serinin sekizinci kitabını yazıyorum. Adı “İntikam” olacak. Bu senenin sonuna doğru Erik Vogler yürek hoplatan bir şey yaşayacak. Gelecekte bu karakterlerin geri döneceğini garanti edemiyorum. Fakat okuyucular bunu yapmamı öneriyor.

Son olarak Türkiye’deki okurlarınıza söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Türkiye’deki okurlara Erik Vogler’in maceralarına katıldıkları için teşekkür ediyorum. Fikrimce gizem, gerilim ve mizah bulacaklar. Çok geleneksel dedektiflerden uzak, özgün karakterlerle karşılaşacaklar. Seriyi sırasıyla okumalarını tavsiye ediyorum çünkü her şeyden önce dördüncü kitapta Erik’in yanlış kıza âşık olmasıyla konu daha da karışıyor. Ayrıca önceki kitaplara da çok değiniliyor. Serinin kitapları farklı Avrupa ülkelerinde geçiyor: Almanya, İtalya, Fransa, İrlanda, Hollanda ve İspanya. Geziler, öğrenme ve kişisel gelişim anlarını temsil ediyor. Bu nedenle bunları kitaplara ekliyorum. Ayrıca okuyuculara yaşlarına bakmaksızın Erik Vogler’i okumalarını tavsiye ediyorum. İspanya’da genç okuyucuların yanı sıra ebeveynleri ve hatta büyükanne ve büyükbabaları da bu kitabı takip ediyor.

Teşekkür ederiz…

*** Yanıtlar, kitabın çevirmeni Zeynep Atbaş tarafından İspanyolcadan çevrilmiştir.

"Edhem Bey", Yazar ve Çizeri ile Söyleşi

Çizimler, çizerin özel izni ile yayınlanmıştır. Her hakkı saklıdır.

Yazar Onur Ataoğlu ile Japonya Hakkında Söyleşi

"Japon Yapmış", "Japon Ne Yapmış" ve "Japon Yapmış Türk Gezmiş" kitaplarının yazarı Onur Ataoğlu ile Japonya hakkında kısa bir söyleşi gerçekleştirdik.
Yazar Onur Ataoğlu
Yazar Onur Ataoğlu
Japonya öncesi Onur Ataoğlu ile Japonya kültürü ile tanışmış, onların arasında yaşamış Onur Ataoğlu arasında ne farklar var?
Japonya, her şeyden önce bir farklılıklar, hoşgörü ve uzlaşma ülkesi; ancak toplumumuzda genel olarak Japonya’yı ve halkını belli bir kalıba sokma, tek bir açıdan değerlendirme eğilimi var. Ben de Japonya’ya önyargılarından kurtulamamış bir Türk olarak gitmiştim. Kafamda Japonya’yı bilindik klişelerden birisine oturtmak hedefi vardı. Bakalım geleneklerine saygılı, muhafazakar bir toplum muydu, yoksa batı hayranlığı ile dejenere mi olmuşlardı? Toplumca gri tonları kabullenmekte zorluk çekiyoruz;bu yüzden, çelişki ve farklılık, çeşitlilik gibi kavramları da olumsuz algılıyoruz. Japonya’da gördüğüm şey ise, çeşitliliğin, farklılığın ve zıtlığın ne kadar doğal karşılandığı, belki de hayatın kendisi olduğu idi. Ben de uzun süre bu gerçeği kabullenemedim ve sürekli olarak, “şunun olduğu bir ülkede bu kesinlikle olmamalı” gibi çıkarımlarda bulunmaya çalıştım. Tabii sürekli çuvalladım ve zamanla zıtlıkların da uyum içinde bir arada bulunabileceğini düşünmeye başladım. 
Çelişkiye kadar varan farklılıklar, farklılıkların yarattığı renklilik ve çeşitlilik, bu çeşitliliğe gösterilen saygı ve hoşgörü ise, Japon toplumunun temelini oluşturuyor. Japonya’nın bende yarattığı ilk fark bu gerçeği kabullenmem oldu. İkinci büyük fark da, Japon toplumunun insana, diğer canlılara ve hatta canlı olmayanlara karşı saygı gösterme prensibinin derinliği ve etkileyiciliği. Şinto inancının bu temel prensibi kulağa kolaymış gibi gelse de, bugün ülkemizde yaşadığımız stresin, gerginliğin, sürekli bir intikam ve rövanş duygusunun sebebi bu düşünceyi hayata geçirememiş olmamız. Yaratılan her şeye karşı saygının ardından hoşgörü ve tevazu geliyor. Bu düsturları içselleştirmek çok zor; sebebi de çok basit olmaları. Batılı kafamızla sürekli karmaşık çözümlerin peşinde koşuyoruz. Bir başka önemli etki de, doğa ile mücadele ederek değil, uyum içinde yaşama anlayışı. Hayatıma başladıktan 35 yıl sonra mevsimleri, hayatın hem döngüselliğini hem de geçiciliğini fark ettim. Güzelliklerin farkına varmayı, yaşanan “an”ın kıymetini bilmeyi Japonya’da öğrendim. Tahmin edersiniz ki, Türkiye’ye döndükten bir süre sonra da unuttum.

Bir bölümde "ailemle yanlarından geçmek için çekindiğim sokak serserileri bile nezaketle yol verdiler" diye yazmışsınız. Sonra başka bir bölümde "mafyası kendine mafya, başkasına zararları yok" demişsiniz. Dövüş sporlarında gelişmiş bir kültürü olan Japonlar nasıl olmuş da, herkese karşı bu kadar saygılı olmayı başarmışlar?

Yukarda bahsettiğim zıtlıkların birlikteliği ve uyumu bu durumu biraz açıklıyor sanırım. Evet, dövüş sporlarında oldukça iyiler, vahşet konusunda da büyük bir şöhrete kavuşmuşlar (bakınız İkinci Dünya Savaşı), ama gündelik hayatta, en azından bugün, büyük bir güvenlik ve huzur ortamı var. Birincisi, tabii ki yaşadıkları felaketlerden ders almışlar ve toplumsal hayatta saygı ve huzura önem veriyorlar. İkincisi de, insanın ve her toplumun vazgeçilmezi olan organize suçun bile çok katı bir etik ve ahlak anlayışı olması. Evet, suç ve etik birlikte kulağa saçma geliyor, ancak kumar, fuhuş gibi belli sektörlerde faaliyet gösteren mafya asla sıradan insanın hayatına karışmıyor. Oysa biz Türkiye’de her an suçla iç içeyiz; arabanızı park etseniz otopark mafyası, büfe işletseniz sizi haraca kesen mafya, vb… Japonya’da suç dünyası, toplumsal hayattan keskin çizgilerle ayrılmış ve başınızı belaya sokmak için çok büyük çaba göstermezseniz huzurlu ve saygılı bir toplumda yaşıyorsunuz.

Bir bölümde, Japon kadınların evlendikten sonra iş yaşamında yer almadıklarını yazmışsınız. Ancak bekarken iş sorununu çözmek için asansör görevlisi ve her katta geleni karşılama görevlisi gibi işler verdiklerini yazmışsınız. Evlendikten sonra kadın hiç mi yoktur iş yaşamında, yoksa bizdeki gibi çoğu tercih etmez mi çalışmayı? Japonya'da kadınların iş yaşamına bakışını ve kadınlara iş yaşamında nasıl bakıldığını biraz açabilir misiniz?


Japonya ile ilgili en çok merak edilen konuların birisi de toplumda kadının yeri, kadın-erkek-aile ilişkileri... Japonya, görünüşte kadının ikinci planda olduğu bir ülke. Japon kadınının misyonu iyi bir eş, anne ve ev idarecisi olmak. Aile hayatında kadın her türlü lojistik destekten sorumlu; evin İçişleri ve Maliye Bakanı. İş hayatına katılımları ise nicel (ve hatta nitel) olarak minimum seviyede; şirketlerde kadınların çalışacağı pozisyonlar genelde sekreterlik, resepsiyonistlik, bankacılık, öğretmenlik, santral görevlisi, etkisi/yetkisi minimum pozisyonlar ve her türlü destek hizmetler kadınlar içindir. Bu işlerin çoğu da kadınların kendilerini gösterip müstakbel eşleri ile tanışacağı vitrinlerdir. Kadınlar, birkaç sene içinde, tercihan işyerinden biriyle izdivaç eyleyip işten ayrılırlar. Zaten evlendikten ya da çocuk doğurduktan sonra istifa etmeyen üzerinde mahalle baskısı kurulur; artık işten ayrılma vakti gelmiştir. Ayrılanların yerine yeni genç elemanlar alınır ve bir sonraki jenerasyon görücüye çıkar. Bu tablo kulağa çok maço ve kabul edilemez gelebilir, ancak Japonya’da kadının önceliği ev ve çocuk yetiştirmektir; Japonlar da kadınların çalışıp maaşlarının çoğunu bakıcı ve temizlikçilere vererek çocuklarını başkasının elinde büyüten batılı kadını anlayamazlar. Yani tamamen farklı bir bakış açısı. Ancak, Japonya’da son 15-20 yıl içinde kadının iş hayatındaki yerinde yavaş da olsa bir dönüşüm yaşanıyor; bekar ve çalışan kadın sayısı hıza artıyor, ya da daha “çağdaş” erkekler çalışan eşlerini destekliyor. Bu arada, Japon kadınının çok eğitimli ve kültürlü olduğunu da eklemem lazım tabii bu durumda bu denli nitelikli bir kadın nüfusun pasifize edilmesi şaşırtıcı geliyor. Ben Japon toplumunun kadınlara yaklaşımının bonsai (minyatür ağaç) yetiştirmeye benzediğini düşünürüm; kadınların yeteneklerini, kişiliklerini, duygu ve beklentilerini yavaş yavaş budayarak onları yapay ama sevimli bir şekle sokuyorlar. Bu arada, kadına şiddet oranının çok düşük olduğunu, eve giren tüm paranın kadına teslim edildiğini ve Japon toplumunun refahının keyfini kadınların sürdüğünü de eklemem gerek.
yazar Onur Ataoğlu japonya
Yazar Onur Ataoğlu'nun Japonya'yı anlattığı kitaplar
Üç kitabınızı da okuduktan sonra Japonya'ya yolculuk duygum tetiklendi. Ailemle gidip gezmek isterim. Çok ucuz olmayacağının farkındayım. "İngilizce yeter, atlayın uçağa gidin gezin" mi dersiniz, yoksa "Japonca bilmeden zor, turla gidin" mi? Ne önerirsiniz?

Japonya gezileri için en büyük masraf kalemi ulaşım; bir şekilde uygun, promosyonlu bir bilet bulduktan sonra Japonya içinde gezmek, yemek anlatıldığı kadar pahalı değil; en azından, Amerika ve Avrupa’dan daha ucuz diyebilirim. Japonya’ya ilk varışta dil ve kültür şoku biraz ağır olabilir; o yüzden 3-5 gün gibi çok kısıtlı bir zamanda gidiyorsanız, turlarla gitmenin avantajı (transferler, yer bulma, vb.) büyük. Ama en az 15 gün bir süre ayırabilecekseniz, vaktiniz çok sıkışık olmayacaksa, kendi başınıza gezmenin keyfi büyük olacaktır ve (uçak hariç) astronomik bir masrafa girmezsiniz.

Gezmeyi seviyorsunuz. Blogunuzdaki yazılara göz attıktan sonra, acaba bir başka ülke ile ilgili bir gezi kitabı da yazmayı düşünüyor musunuz diye düşündüm. Örnek; Polonya..

Evet, bloğumda (onurataoglu.blogspot.com) birkaç kitaplık daha malzemem var; örneğin Polonya, Mısır, Finlandiya, Paris, Körfez bölgesi vb. Ama bunları kitap haline getirmeyi düşünmedim, çünkü basılı kitap çıkartmak ve özellikle okuyucu ile buluşturmak hızla zorlaşıyor. Konu çok derin ve çetrefilli; işin içine ülkemizin giderek tekelleşen büyük yayınevleri ve dağıtım şirketlerinin politikaları giriyor, yayın ve kitap dünyası giderek daha fazla “business” oluyor. Bu konuda bir dokun bin ah işit konumundayım, o yüzden lafı fazla uzatmayayım, ama ilgili ve meraklı küçük bir azınlığa blog ve benzeri sosyal medyadan ulaşmak, onlarla tanışıp iletişim halinde olmak (örneğin sizin siteniz) şimdilik yeterince tatmin edici. 

Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
Söyleşi: Bandırma Gezi

Sevgi Çiçekleri Kitap Yorumu Osman Aytekin

Gazeteci yazar ressam Osman Aytekin´in ilk deneme kitabı Sevgi Çiçekleri Salon Yayınlarından okuyucularla buluştu. 
Sevgi üzerine kitapta yer alan denemeler dört bölümden oluşuyor. Sevgi çiçekleri, Mutluluk, Hayat Yolunda, Kitap ve Çiçek Kokuları isimlerini kapsıyor ve 104 sayfa.
Kitap tanıtım yazısından “Sanatçı Yazar Osman Aytekin´in Sevgi Çiçekleri isimli deneme kitabı, hayat yolunda fertleri; sevgiyle bakmaya, inançlara bağlı kalmaya ve özellikle de okumaya davet ediyor. Başarı ve mutlulukların bahar çiçekleriyle bezenebileceğine işaret ediyor.”


Yazar Aytekin Sevgi Çiçekleri kitabı için, “Deneme yazılarımda hayatın iyi ve güzel yönlerine dikkat çekmeye ve özellikle de okuma hassasiyeti üzerinde durdum.

Hayat yolunda Sevgi çiçeklerinin açtığı her yerde umut tüm canlılığıyla vardır. O ümit sürdükçe o kokuları duyarsınız, diyorum” dedi. Kitabın desenlerinde yazarın oğlu Muhammed Aytekin’in de imzası var. Yazarın yayınlanmış 13 kitabı bulunuyor.


Yayınlanmış Kitapları; Nefesimiz Gül Bahçesi(denemeler, makaleler, incelemeler) -2000, Ozan´ın Şairliği (Şiir Tahlilleri) 2002, Dünden Bugüne Derinkuyu (Araştırma-İnceleme) 2006, Gül Baba ve IV. Murat (Çizgi Roman) 2009, Harman Zamanı (Öykü) 2012, Kesişen Yollar (Roman) 2013, Buluşma, (Öykü) 2014, İslamın Doğuşu (Çizgi Roman) 2015, Bahar Kokulu Ev (Çocuk Öyküleri) 2015, Bir Kış Günü (Çocuk Öyküleri)2015, İyi ki Varsın (Çocuk Öyküleri), 2016.Kırk Mısra Kırk Desen (şiir-desen)2016, Sevgi Çiçekleri (denemeler) 2017.