The Most/Recent Articles

ilkay coşkun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ilkay coşkun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Yazar Gürdoğan Hicaz'dan Endülüs'te Batı Medeniyetine Eleştiriler Yapıyor

Medeniyet olgusunun ele alındığı her yazıda her kitapta şehirler başat bir değer oluşturur. Medeniyetler daha çok şehirlerle kimlik bulup şehirlerde yaşatılır. 

Ersin Nazif Gürdoğan, Hicaz'dan Endülüs'e
Ersin Nazif Gürdoğan, Hicaz'dan Endülüs'e

Şehirleri değerlendirirken olumlu ve olumsuz yanlarıyla irdelenir. Hem ihtişamı hem de zorlukları ele alınır. Şehirlerin, şehirliyi zenginleştirmesiyle beraber, özellikle büyük kentlerin insanın gönül yanını yok sayabileceği de ihtimal dâhilinde tutulur. Şehirlerin, insan gönlünü zenginleştirmeyi amaç edinmiş adacıklarının yanında, keşmekeşliği, hoyratlığı, trafiği gibi insanı yoran etmenlerde bir realitedir. Bu bağlamda şehir plancılarına, şehrin siluetine, şehrin müdavimlerine yönelik ayrıntılara dikkat çekilir. Özellikle, şehirlerde, insanın bencilliğini büyütecek gayretlerden daha çok, şehirlinin gönlünü zenginleştirecek biçimde, şehirlerin inşa edilmesine yönelik kafa yorulur. Yazarın öngörüsüyle, büyük kentler içinde, ya kaybolur insan ya da kendi iç dünyasını kalabalıklar içinde aramaya koyulur. Şehirler ile şehirliler arasında kuvvetli, sağlam bir bağ olması istenir. İnsanı zenginleştiren, güzelleştiren, istenen bir bağdır bu.

İnsan doğduğundan beridir yollardadır. Az veya çok seyahatlere çıkar. Nesimî’nin dediği gibi; “yeri göğü düzen benim/ geri dönüp bozan benim/ cümle yazı yazan benim/ bu divana sığmazam” Türünden bir hareketliliktir. Kitabın içeriğine değinerek devam edelim. Yazarın seyahat mekânları İstanbul, Hicaz bölgesi, Mekke, Medine, Cidde, Avrupa’nın bilumum kentleri, daha çokta Endülüs-İspanya’dan Kurtuba ve Gırnata yer alır. Gırnata’yı kentlerin gelini olarak görür. Arapçada -güzel şehir- anlamına gelen Kurtuba, kentlerin sultanı olarak bilinir. Seyahatlerle geniş bir coğrafyadaki İslam medeniyetinin merkezleri ve özellikle Endülüs devletinin izleri sürülür. Seyahatte huzur vardır perspektifiyle yol alır yazar. Elbette ki insanlar gezerken gördükleri yerlere, dinledikleri insanlarla yenilenirler. Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve Yedi Güzel Adam arkadaşlığı ve anı-alıntı kesitleriyle düşünce ve bakış açısı genişletilir. Gezi ve anı karışımı bu kitap, “Hicaz, İngiltere ve Endülüs” yazı bölümleriyle kırk dokuz yazı ve yüz yetmiş dört sayfa hacmindedir. Seküler dünyanın, soyut değerlere inanma ve bağlanma gücünü büyük ölçüde yitirdiği vurgulanır. Karışmış bir akılda ve allak bullak olmuş bir zihinle doğru istikamet bulunamayacağının altı çizilir. Maalesef ki Endülüs’te, Avrupa Rönesans’ının kaynağını oluşturan büyük ve zengin medeniyet, Batılıların eliyle yakılıp yıkılmıştır.

Gemilerini yakan Tarık Bin Ziyad’ın, sekiz asırlık Endülüs medeniyetinin yıkılış hüznünü taşıyoruz biz. Orta Çağ skolâstiğinin ortasında, güngörmüş bir medeniyeti anıyoruz. İbni Arabî’nin Endülüs’ün Mursiye şehrinde ki doğum hediyesini, varisini taşıyoruz. Viyana önlerine gidişlerimizden önce, 1492’de Endülüs’ten, Avrupa’dan dönüşümüzün burukluğunu taşıyoruz. Hüznün, hüzünle yenildiği dünyamızda özgürlüğün olmadığı yerde özgünlük olamıyor, acımanın kardeşi olarak hüzün Endülüs’le devam ediyor maalesef. Akıldaki bütün sorularla, yüreklerde ki bu ıstırap gurbet gibi dokunuyor. Biz Müslümanlar, yürek burukluğu içinde sebep- sonuç korelâsyonunu çok iyi irdelememiz gerekiyor sonuçta. Tutsak olmamayı istemekle olmaz, eylem gerekir anlayışında olmamız gerekiyor.

İhtişamın, güzelliklerin arkasında hep bir fanilik ve geçicilik vardır. Önemli olan eşyanın gerisinde ki manadır. İnsan, dünyanın peşinden koşmaz, dünya, insanın arkasından gelmelidir düsturuyla, felsefesiyle dünyaya, kâinata bakan bir medeniyetin varisleri olarak ayakta durmalıyız. Allah dışında galip yoktur anlayışımızla, yenmek ve yenilmek gayretimizin içerisindedir. “Kim ki Allah’a sahiptir, o neden mahrumdur. Kim ki Allah’tan mahrumdur, o neye sahiptir” diyen Necip Fazıl’ın bahsettiği düsturdur bu. Yeri gelince de Tarık Bin Ziyad gibi geri dönmemecesine gemileri yakmaktır bir yerde. Gemileri yakmayanlar, yakmadıkları gemilerin büyülerinden kurtulamayacaklardır.

İnsanı çıkarsanız, şehirler beton yığınlarıyla kalakalırlar. Önemli olan insanın mutluluğudur, zenginleşmesidir. İnsanın hem kendini hem de yaşadığı ortamı tanıma büyüsünde yol alan bir zenginliktir bu. Pervasız tüketime, gösterişe hep bir itiraz vardır. Serzeniş, ekonominin istismar aracı olan tüketim çılgınlığıdır. Bu hastalıklı duruma düşen medeniyetlerin yıkılışları kaçınılmazdır. Ama her şeye rağmen, yazarın ifadesiyle, savurganlığın, gösterişin önü, derin düşünmesini, yalın yaşamasını bilenlerce kesilecektir. Bu bağlamda seküler anlayışlara, açgözlülüğün iktidarı olan kapitalizme hep bir itiraz vardır. Kendi kültürlerini zenginleştiremeyen toplumlar, ekonomilerini zenginleştiremeyeceklerdir bir taraftan.

Ruhu olmayan büyüklerin kazancı hep geçicidir. Allah, önünde her varı yok görmeyenlerin var olamayacağı anlayışı, Müslüman bakışının bir dibacesidir. Müslüman-İslam Medeniyeti; dokunduğu şehirleri güzelleştiren anlayışa sahiptir. 

Hatta yazarın ifadesiyle “bir ülke, bir kere bile de olsa Müslümanların yönetiminde kalmışsa, o ülke kutsal kültürün ülkesidir” Günümüzde ve dahi üç yüz senedir dünya düzeni normlarını belirleyen İslam-Müslüman dışı güçler olsa da Müslümanların her daim insanlığa söyleyecek sözleri, çözüm önerileri hep olmuştur ve olacaktır.

Medeniyetlerin inşasında, bilgi ve bilgelik bir vasıtadır. Bilgi ve bilgelik, yüzyılların içerisinde elde edilen bir olgudur. Hayatı anlamlı ve yaşanır kılan bilgi ve bilgeliğin vatanı yoktur. Bu aydınlıkta medeniyetler inşa olur. Uygulamasız bilgi, bilgisiz uygulama olmayacağı da bir gerçektir. Arzulanan, istenen hep bir uzun soluklu, kalıcı bir medeniyet tasavvurudur. Gösterişe dönüşmeyen güzellikte aranılan büyük bir medeniyet tasavvurudur bu. Aklı önceleyen felsefe, aklı tek başına yeterli görmez. İnsanlar sadece akıllarıyla değil, gönülleriyle de düşünmelidirler. Bu bilgi ve gönül ortamında hikmeti arayan arifane bir bakışla sonuca ulaşılır.

Yazar, batı medeniyetine eleştirilerini hep yapar. Üç yüz yıllık sanayi toplumunu kuran batının, teknik ve bilgi birikiminin bilgelikten yoksun olduğunu belirtir. Batının temellerini oluşturan seküler kültürün büyüttüğü teknik bilgi birikimi içinde maneviyatın olmadığına vurgu yapar. Medeniyet kurmada aklı, yüreği ve kutsalları öncelemek gerekir. Yazarın dediği gibi; “dünyayı kurtaracak olanlar, aklı yalnızca başlarında olanlar değil, aklı aynı zamanda gönlünde olanlardır. Onlar bir kutsal kitap gibi hem konuşur, hem de susarlar” Sonuçta her bir gaza, güttüğü davadan alacaktır kuvvetini. Gayret kuşağının belimizde hep takılı olmasından başka çaremiz gözükmüyor. İbn Battûta gibi gayret sahibi olmak gerekiyor. Son olarak yazar kitabın final cümlesinde şunu söyleyerek istikameti gösterir; “yeni dünyada Batılılaşma değil, Doğululaşma tartışılıyor”

İlkay Coşkun / Okuyorum.org

Göç Divanı'nda Göç Kuşlarla Simgeselleşmiş

"Göç Divanı" Şair Yunus Karakoyun'un ilk şiir kitabı. Şiirden Yayıncılık aracılığıyla Kasım 2018’de okurlarıyla buluşturulmuş.

Göç Divanı, Şair Yunus Karakoyun
Göç Divanı, Şair Yunus Karakoyun

Kırk civarında şiirin yer aldığı kitap, kırk sekiz sayfa hacmindedir. Şiirlerin birçoğu kısadır ve yalın bir anlatımla ele alınmış. Şiirlerde ki dinginlik, şiirlerin sesi ve şiirlerin derinliği okurun keyif alarak okumasına üçlü bir sacayağı oluşturmuş adeta. Şair, şiirin yüksek sesinden ziyade, dinginlikle sözünü yükseltmeyi tercih etmiştir. Kitap ismimden de anlaşıldığı üzere, göç olgusunun merkeze alındığı görülmektedir. "Martı, yaralı kuş, tahta bavullu kadın, yer/yüzü, yol, kıyı" gibi birçok şiirde bu böyledir.

Şair, göç temasını; “kuşlar, anne, çocuk, yalnızlık, acı ve acıları artıran gece” üzerinden etkili bir çağrışımla ele alıyor. Bunlarla beraber şair, şiir olgusunu da izleğinde etkili bir şekilde ele alıp diyeceklerini sıralıyor. Mesela “Yaralı Kuş” şirinin son bölümü şöyledir. “…Açmam bir daha şiirden ayrılık/ kelimelerim örtsün çıplaklığımı/ sonra bir uzun yol senin içinde/ koyulsun benden sana kervan” (sayfa 14) Başka bir şiirinde, “soğuk/ uzun bir kış masalı/ yağmur sonrası/ taze şiir kokusu…” (sayfa 17) Bu şiirler de olduğu gibi birçok yerde şiire dikkat çeker ve şiirin gücüne inanır. Şiirlerin, sorgulama hakkı hep diridir. Hümanizmle; edebiyat ve şiir bağdaşır ve iç içedir. Şiirlerle itiraz hakkı da bakidir. Özgürce yaşama tercihinde bulunur. Dostoyevski’nin “eğer kirli bir ırmağı içine alırsan bozulmadan kalabilmen için deniz olmalısın” Bakışındaki gibi geniş bir kapsayıcılık halidir bu. Nasıl ki suya, denize ecel gelmiyorsa, sevgiyle yoğrulan böyle bir güç birlikteliği de ilelebet hayatiyetini sürdürecektir.

Göç, kuşlarla simgeselleştirilmiştir. En hafif haliyle göç, özlemi, hasreti, vuslatı imler. Savaşlarla, zorlamalarla beraber şiir, sınırları kaldırılacağı, sınırların militarizasyonuna set olabileceği inancını taşır. Şiir, gücü elinde tutan, devletlerin siyasetine angaje olmayan güçlerin en önemlilerinden birisidir. Şiir, toplumların psiko-sosyal zihniyet değişimlerine olumlu cihetteki katkısını yapacaktır muhakkak. Günümüzde ve gelecekte göç olgusu her ne şekil de değişikliğe uğrasa da, İbn-i Haldun’un dediği gibi, “geçmiş ve gelecek su gibidir birbirine benzer” Şeklindeki zamanın tekrarı; acıları, zulümleri, zorlukları değiştirmiyor, insanlığın yeterli dersi almasına imkân sağlamıyor maalesef. Dostoyevski yaklaşımında ki su benzetmesi bunun gibi güç olgusu da geçmişten bu günümüze ve gelecekte de devam edecektir ama en azından göçün zararlı etkilerini azaltmak ve yıkıcılığını bertaraf etmek, insanlığın baş görevlerinden olması gerek. Son yıllardaki savaşlarla beraber mülteci, sığınmacı, göçmen ve diğer zorunlu göç olguları, hayatın diyalektiğinde fazlasıyla yer almaya başladı. Birçok ülke vatandaşının, direk veya dolaylı olarak hayatının etki alanına bu konular fazlasıyla dâhil oldu. İş, aş ve daha iyi şartlar gerekçesiyle istek dâhilinde olan yurt içi ve yurt dışı göçlerde buna dâhildir. Özellikle zorunlu göçlerin yoksulluğu artırdığı, varsılla arasındaki dengesizliği daha da uçurumlaştırdığı görülmektedir. Geri dönüşlü seyahatlerin insanı yenilemesi, merak duygusunu törpülemesinin yanında göç, bütün olumsuzluklarıyla hayatiyetini sürdürüyor. Maalesef ki insanlığın bir gemi misali yara alarak her bir tarafından su alması devam ediyor. Günümüzde kapitalizmin, güç odaklarının para ile emekçi dövdüğü ve uzun gölgeli günahlarının içinde boğduğu bir durumu çokça yaşıyoruz maalesef.

“-Hay/ali”, “-yer/yüzüne”, “kendini arıyordu/ -ödünç” Örneklerinde olduğu gibi (/) kesme veya satırbaşı kullanımları, kelimelere farklı çağrışımların yüklenmesine sebebiyet vermiştir. Ayrıca bazı kelime önlerinde kullanılan (-) çizgi işaretiyle farklı çağrışımların hedeflendiği gözlenmektedir. İlgili kelime veya hece hem üstteki kelimeyle birlikte, hem de tek başına, nefeslenerek kullanımı, okurun farklı tatlar almasını sağlamaktadır. Ayrıca Hz. Ali’ye, Yunus’a, Cemal Süreya’ya şiirlerde dikkat çekilmesi, göndermelerde bulunulması dikkat çekicidir. İzninizle, beğenimi cezbeden şiirlerden bir parça buraya taşımak istiyorum.

…evi yok/ hiçliğin kıyısında yaşamak

Yalnızlığı, sükûneti; dinginlik içerisinde anlatabilmek çok zor olamasa gerek ama kalabalığı, yaşama direncini, vahşi kapitalizmi asude bir dille ele alıp anlatabilmek maharet olsa gerek. Hele hele birkaç neslin göçle beraber maruz kaldığı olağanüstü değişimleri dinginlikle mısralara dökebilmek, arifane bir bakış açısı olsa gerek. Şems-i Tebrizî’nin güzel bir sözü var, hatırlayalım. “Derdini sade anlatan adam dertlidir, güzel anlatan edebiyatçı, hâliyle anlatan âşık, tebessümüyle örten ariftir” Dediği gibi, şair örtmez ama dinginlikle şiirlerini yazar. Şairin bu bağlamda arifane bir bakış açısında olduğunu söyleyebiliriz. Tam tekmil bir derviş gibi asude bir yaklaşımla şiirlerini örer adeta. Şairin, beğenerek okuduğum şiirlerinden bir tanesiyle yazımı sonlandırayım. “Taşa Yazılmış Şiir” /”bir abdaldan hatıra/ taşa yazılmış şiir/ çizip üstünü sessizliğin/ darılma elimden gelen bu// bir uzak yer/ kuşların büyüttüğü yalnızlık/ geceye düşüyor gölgesi/ eşkal-i bulanık (hu) sesleri/ sonrası/ nar gibi dünya” (sayfa 29)

İlkay Coşkun / Okuyorum.org

Naneli Şeker'in Özünde Sevgi Var

Naneli Şeker Yazar Hatice Eğilmez Kaya'nın deneme kitabı. Yirmiye yakın yazı, yüz sayfa hacminde bir eser. Kitap ismi "Naneli Şeker" sıcaklığıyla dikkat çekiyor. 

Naneli Şeker, Hatice Eğilmez Kaya
Naneli Şeker, Hatice Eğilmez Kaya

Yazar, kitap ismini verirken hangi düşüncelerle hareket ettiğini bilmiyorum tabi ki. Dikkat çekici olmasının yanında kitabın içinde yer alan en çok beğendiği yazısı olduğu için de olabilir. Rüya, anahtar, naneli şeker, gurbet, kurtuluş, kar, kayıp şiir, sevgi, ölüm gibi temalarla beraber tasavvuf, sufilik, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Ma’rifetnâme’si, Şeyh Bedreddin, Ahmet Muhip Dıranas’ın Olvido’su ve Yahya Kemal gibi önemli kişilikler yazıların konularını oluşturmaktadır. Yazarın; tasavvuf, sufilik konularında özel çalışmaları olduğu görülmektedir.

"Naneli Şeker”in özünde, dibacesinde sevgi var. Bu sevgiyi bayraklaştırmış Pir-i Anadolu'dan Derviş Yunus, Hz. Mevlana gibi büyük değerler var. İdeolojiler üstü bir yaklaşımla sevgiyi şiar edinmiş değerlerimizdir anlatılanlar. İlahî aşka, sevgiye götüren bilimum beşeri sevgilerde hayatın içerisinde alıcılarını bekleyen, arzulayan numuneleridir bunlar. "Mecazi aşk ancak Allah'ı arayan gezginin geçmek zorunda olduğu bir köprüdür" tanımlamasıyla esas gidilmesi gereken istikamet çiziliyor.Yazar, yazılarının bir kısmında öğrencileri, okul hayatı üzerinden örneklemelerle girizgâhta bulunuyor. "Ödevini yapmamış yaramaz bir öğrencinin tahtaya kalkmaktan korkmasına benzeyen bu acınası endişe, ölümün bizleri korkutan yüzüdür" gibi yazılarda yer alıyor. Daha çokta yaşadığı bir olay üzerinden yazısını şekillendirmektedir yazar. Hafif ve buruk tadı ile serinleten naneli şeker tanımlamasında olduğu gibi hayatlar yaşanıyor. Bu anlatılmak istenen hayatın zühd hali değildir sadece ama dünyaya bağlanmaktaki tercih de sorgulanıyor. Ortak duyuş, düşünüş ile asude bahar ülkesinin portresi çiziliyor başka bir yerde.

Yazar ve şair, bütün canlıların, yaşantılarının güzellikler içre olmasını ister. Güçsüzün, ezilmişin yanındaki güçtür. Büyütülen bu güç güçlünün, zalimin karşısında zırh gibidir. Her devirde, her dönemde zarar dahi görse, şikâyetlerini dillendirir ve mücadelesini verir yazar. Masivaya tevessül etmeye meyyal olan insanlık için çıkış noktalarıdır bu çabalar. Bu meyanda feraset, hikmet, irfan değerleri üzerinden dünya nöbetini en güzel şekilde tutup da gitmeyi çerçevelendirir adeta.Yazılarda dikkatimi çeken bazı sözleri, cümleleri paylaşacak olursam; 

Bedenin erimesiyle ruh yok olmaz
Kimi canlıların özgürlükleri ölümleriyle eşanlamlıdır
Hayatımızdaki tercihler azaldıkça tutsaklığımız artar
Ölüm ruhun bedeni kullanmaktan vazgeçmesidir
Bırakıp gitmek tasası, kederli yüzüdür ölümün
Zaman, hayatları öğütür

Hâsılı, naif bir anlatım dili ile vücut bulmuş güzel bir eser. Bilgilenerek, keyif alarak okudum. Kitapta yer alan “Naneli Şeker” yazısının son bölümü ile yazımı hitama erdireyim. “Yaşamak bir yanılsamadan ibaret olmalı. Bir büyük uykudan uyandırıyoruz tek tek. Yediklerimiz, içtiklerimiz hep mi hep yalan… Ne yazık ki birbirinden hoş şekerler de eriyip gidiyorlar vefadan haber etmeden. Avucumun içine düşen o aldatıcı naneli şeker de çoktan bitti. Sayısız hatırlayışı hediye bırakarak. Oysa talihime o düşmüştü benim…”

İlkay Coşkun / Okuyorum.org

Aşkistan Kitabı Üzerine Değiniler

Aşkistan Şair Tarık Torun Bey’in 2015 yılında okurla buluşturduğu şiir kitabı. Yüz kırk sayfa hacminde bir eser. 

Aşkistan, Tarın Torun
Aşkistan, Tarın Torun
Şiirlerinde daha çok hece şiirinin akıcılığını, açık ve yalın anlatımını görüyoruz. Özellikle sesli okumalarda şiirler kulağa daha çok hitap ediyor. Kitabın geneli sesli şiirlerden oluşturulmuş. Şiirlerin geneli, hece şiiri olmasına rağmen farklı şiir kalıplarında, çeşitli şiir denemeleri de okura sunulmakta ve okur şaşırtılmaktadır.

Milli ve manevi değerlerle örülü şiirler, Müslüman Anadolu ve Ortadoğu coğrafyasını daha çok kapsamaktadır. “Hayat kimsenin etrafında dönmez, herkesle beraber yürür” diyen Ahmet Hamdi Tanpınar sözünde olduğu gibi mütevazıdır şiirler. Duygulara hitap etmektedir. Kibir ve benlik duygularından uzakta, arındırılmıştır. Şiirler daha çok aşk, mekân, coğrafya ve sosyal konuları içermektedir. Şiirlerde hep bir coğrafya vurgusu görülmektedir. Bu da şairin eğitiminin coğrafya alanında olmasının bir sonucu olsa gerek.  Konusu ve teması olan şiirler tanımlaması yapsak çokta yanlış olmaz. “Kerbela Ah! Kerbela” “Kan Çiçekleri Bosna” “Afganistan Coğrafyası Al Karanfil” “Uyan Burası Gazze” “Mısır’da Kan Kusar Nil” “Gün Ağarmaz Soma’da” “Mescid-i Aksa” “Güneşle Doğan Iğdır” isimli şiirler bu bağlamda okura bir fikir verecektir.  

İlginç bulduğum “Haykırış” isimli şiirinin bütününde aynı kafiye kullanılmış mesela. “Marmaray” “Apologya” “Neretva” gibi ilginç temalarda şiirlerde mevcut. Şiirin başlığı ve içeriği hep aynı harflerle başlayan, farklı kelimelerle yazılmış şiirler kitaba ayrı bir güzellik katmakta. Örneğin “Gönül Gizemli Güfte” “g” harfiyle başlayan şiiri gibi farklı harflerle başlayan birçok şiiri mevcuttur. Arkaik diyebileceğimiz, günümüzün Türkçesinde az kullanılan tezyin, iştiyak, tefrika, feveran, zebun, ezvac, eyyam, mustazaf, endaze gibi kelimelere azda olsa şiirlerde rastlıyoruz. Bazı şiirler tanınmış şairlerin şiirlerine nazire yazıldığı görülüyor. Şairin değerli gördüğü kişilere atfen yazdığı şiirler ve şiir yarışmalarına katılmış şiirlerde mevcut. En çok sevdiğim birkaç şiiri sizlerle paylaşmak istiyorum. “İki Çizgi Arası” (Sayfa 10) Doğumla başlayıp ölümle sonlanan hayatı ne güzel anlatmış sevgili şair. Bir mısrasında “Ahlakın idesidir Allah korkulu vicdan” demektedir. “Menzilde Güzel Adam (Sayfa 18) şiirinde “Anı oklayan adam yedi güzel gezginler” betimlemesini ne kadar güzel buluşturmuş şiirinde. Diğer bir şiir “Hüzünlenen Öğretmenim” bir bölümünde şair şöyle seslenir; 

Bazen Anadolu’da bir çeşmenin başında/ Selçuklu ve Osmanlı belki de bin yaşında/ bir türbe kenarında ya da mezar taşında/ hüzünlenen öğretmenim/ mum misali erir tenim

Sözü tamama erdirecek olursam. Kitabın en güzel özetini, kitabın ne anlatmak istediğini arka kapak yazısında şair söylemiş esasında. “Sevgili okurum! Sınırları tespit edilemeyen her an büyüyen herkesin arzu ve isteklerine göre şekillenen öyle bir ülkeye sevgili okurum sizleri yolculuk yaptırdım ki giden mesrur gitmeyen mahzundur. Burası ne bir fantastik ne bir ütopik ne de bir somut gerçek mekândır. Burası Allah’ın kuluna her an nazar kıldığı gönül ülkesidir, burası AŞKİSTAN’dır” Yüreğinize sağlık Tarık Torun Hocam. Uzun soluklu daha nice güzel şiirler ve kitaplar dilerim.

İlkay Coşkun / Okuyorum.org

Aşk Medeniyetine Yolculuk'ta İslam, Dil ve Kültür Ele Alınmış

“Aşk Medeniyetine Yolculuk”, Eğitimci-Şair-Yazar Ahmet Sezgin’in tarih şuuru, fetih ruhu, aşk medeniyeti, ruh mayamız, Türkçemiz, kitap, aydın, ana fikrinde onlarca konuyu ele aldığı, yüz atmış sayfa cesametinde bir deneme kitabı.

Aşk Medeniyetine Yolculuk, Ahmet Sezgin
Aşk Medeniyetine Yolculuk, Ahmet Sezgin

"Aşk Medeniyetine Yolculuk" isimli kitapta kültürümüzde, tarihimizde, medeniyetimizde yer almış seçkin değerlerimizin sözlerinden, hayatlarından örnekler verilmektedir. Medeniyetimizi, Anadolu irfanını İslam, dil, kültür süzgecinden geçirip bütüncül bir bakış açısıyla ele almakta.

İdealleri uğruna cefa çekmeyi rahatlığa yeğleyen atalarımız, dava adamı ve edebi kişilikleriyle de tebarüz etmişlerdir. Dillere pelesenk olmuş daha çok sehl-i mümteni örnekler üzerinden konu ele alınmış. Salt hamaset duygularından öte bir bakış açısıdır bu. Üzerimizdeki sorumluluklara dikkat çekilerek çok çalışmamız ve tarihimizin kıymetini bilmemiz gerektiğinin altı çizilmekte. Bezm-i elestten, tarihimizden, dinimizden, dilimizden, kültürümüzden gelen sorumluluklarımız, görevlerimiz madde madde ele alınıyor. İfrat, tefrit, kapitalizm, konformizm, oportünizm, narsizm,  hedonizm, makyavelizm, oryantalizm gibi olumsuz bakış açıları ve aydın sorunu gibi birçok konu etraflıca işlenmektedir. 

“Kutlu bir aşk önünde çağ, selama dursun/ Gerçek hayat, en güzel aşk ve şiir olsun.”

"Aşk Medeniyetine Yolculuk"ta  insanlığın hastalıklarına dikkat çekilmekte ve çözüm noktasında istikamet gösterilmektedir. Ayrıca Üstad Necip Fazıl’ın üzerinde durduğu çeyrek aydın sorununa yazılarda değinilmektedir. Haz ve hızda huzur arayanlar, ruhun yolunu tıkayan huzursuz zavallılar olarak görülüyor. Merhum Nuri Pakdil’in “içe bakış, dehşetli hazinedir” sözündeki gibi sık sık içe bakış vurgusu yapılıyor. Kendi kültürüne, tarihine, coğrafyasına yabancı bir nesli edilgen ve özentili olacağı uyarısı yapılmaktadır. İş, dil ve fikir birliğin ipuçları verilmiştir.

Kültürümüzden, medeniyetimizden gelen birikimle Anadolu insanının arif tarafları ve bugünün yaşantısına, insanına karşı eleştiriler etraflıca ele alınıyor. Ne toplumsal bir nostaljizm ne de duygusal ve kişisel romantizmdir bu. İstidada malik olabilmenin şifreleridir bunlar. Tarihimizde yer etmiş güzel örneklerinin yanında bugünün serdengeçtilerine dikkati ve umudu her dem diri tutuluyor eserde. Ayrıca Türkçemiz üzerine de derinlikli tahlillerin yer aldığı konular kaleme alınmıştır. "Aşk medeniyetine yolculuğunuz" daim olsun. İyi okumalar... 

İlkay Coşkun / Okuyorum.org

Nilüfer Zontul Aktaş'ın Kendi Rengini Yaşamak Kitabı Hakkında

Kendi Rengini Yaşamak 2018 yılında, yazarımız Nilüfer Zontul Aktaş'ın okurlarıyla buluşturduğu bir deneme kitabı. 

Nilüfer Zontul Aktaş, Kendi Renginde Yaşamak
Kırk yedi yazı muhteviyatında, yüz yetmiş altı sayfa hacminde bir eser. Yazılar arkaik unsurlardan uzak, akıcı, samimi bir anlatımla kaleme alınmış. Zamanın yorgunluğunu taşımıyor satırlar. Gençler başta olmak üzere geniş bir okur kitlesine hitap ediyor. Çocuklar, aile, anılar, öğretmenlik, eğitim, Kudüs, 28 şubat, sevgi, diğerkâmlık, renkler gibi bir çok farklı konu işlenmiş. Her bir yaşanmışlıkta renkler farklı farklı çizilmiş. Hayatın künhüne vakıf bir bütünlükte mucibince amel arzulanıyor. 

Dökülünce israf olmayan tek şey gözyaşıdır

Ah çocuk, gül yetiştiremediği yerde toprak taş basar bağrına

İnsan biriktirmek, fedakârlıkla mümkündür

Yazar, aforizmalarla, şiirleriyle eserini daha da zenginleştirmiş. Anne ve öğretmen duyarlılığı ön safta yer aldığı açıkça görülüyor. Orta Doğu’da yaşayıp da kalbi yaralı olmamak mümkün mü? Munis Anadolu insanı kültürüyle, manevi ve dini yönüyle ele alınan yazılar da mevcut. Hayatın zorlukları, çabaları, güzellikleri nümayişten, alegorilerden uzakta ele alınıp gerçekçi ifadelerle temellendirildiğini görmekteyiz. Tümevarıma gidişler küçük düşlerle başlamaz mı? Hep daha iyiye hep daha güzele özlem ve düşler taşınıyor. Okuru bol ve bereketli olsun. İyi okumalar. 

İlkay Coşkun / Okuyorum.org

İlkay Coşkun Yazdı: Kalem ve Kağıt

Tabiatı, çevreyi, dünyayı, canlı ve cansız varlıkları soyut ve somut halleriyle gözlem altında bulunduran insan, içe doğma, feyiz ve sezgi hallerini de yaşar. Bu halleri yazıya döken yazar, şair, derlemeci, araştırmacı gibi isimlerle adlandırılır. 

Bu dış alımları süzüp içvarlığında şekillendirip yazıya dökme halidir yaşanılan. Dürtü ve tetiklemeyle harekete geçen bu durum elle tutulur hale gelir. Nesiller arası kültür ve maziye yönelik yaşanmış hadiseler illaki yazılmaya ihtiyaç duyar.

Birikmek ve biriktirmek daha çok ve esaslı yazılar yazdırır yazara. Dolup taşmanın yazmada ki hal-i pürmelâlidir. Okumalarla, hissetme ve dokunmalarla, gözlemlemelerle bu doluluk haline ulaşılır. Kozalanarak çoğalma halidir bu. Doğum hali gibi. Kabuk değiştirme hali gibi vurucu hamlesini yazı ile yapar.

Dile, düş gördürme haliyle kaleme döker yazar ve şair. Melih Cevdet Anday’ın ‘Rahatı Kaçan Ağaç’ şiirinin son dörtlüğünde ‘ona bir kitap vereceğim/ rahatını kaçırmak için/ bir öğrenegörsün aşkı/ ağacı o vakit seyredin/ mısrasında olduğu gibi düşü yaşatır hep.

Yaşanmışlıklar, mistik ve büyülü yan gibi unsurlar yazarı semboller ve imgelerle mücehhez halde ürün inşasında buldurur. Yazma ortamının, altyapısının sağlanmasının bir şartı da son kertede yalnızlık, tek başınalık halini sağlayabilmekte yatıyor. Yalnızlık hali daha çok kendi içinde yaşamayı, daha çok duyumsamayı ve yazıya dökmeği kolaylıyor. Yalnızlık ve özleşme hali yazmayla buluşuyor.

Yoğun bir emek, birçok şeyde olduğu gibi yazmanın da çatısı hükmündedir. Yazmadaki süreğen anlayış, emek ve yazmayı tetikleyen ilham kıvılcımının bir araya gelmesi şeklinde ele alınmaktadır. Bu kavuşmadan sonra vücut bulan ürüne göre yazarların ayrı ayrı biçemleri kendini gösterir.

Düşünen, okuyan, yazan insan daha çok dışını bezemekten geri kalıyor. Maddi anlamda dışını süslemeyi, bezemeyi gereksiz ve anlamsız da bulabiliyor yazar. İç dünyasının düzeniyle hemhal olduğu için dış dünyasında hep bir eksiklikler gözlenebiliyor. İstisnalar dışındaki bu hal yazarın aile hayatında, para ve imkânlara ulaşma hayatında yetersizliklere sebebiyet verebiliyor.

Yazma eyleminden önce çaba, okuma, arama, arınma, sezgi, aşk gibi birçok yardımcı öğe gerekiyor. ‘Yıldızları da güneşleri de devindiren aşktır’ diyen Dante’nin sözünde ki aşk faktörünü önemsemek ve göz önünde bulundurmak ayrıca gerekiyor. Aklın kılavuzluğunda yol alan yazar ve aklın kılavuzluğunu örseleyen şair bu istikamette yolunu almaya devam ediyor.

Kitap okumanın lezzetini tatmış olanlar iyi bilirler. Çok okumak deniz suyu içmek gibidir. İçtikçe susatır ve tekrar içmeye yeltenirsiniz. Geçenlerde okuduğum bir yazıda Bernard Show’un bir sözüne rastladım, şöyle diyor: ‘Eğitimime, okul yüzünden uzunca bir süre ara vermek zorunda kaldım’ şeklinde. Okulun, okul kitaplarının gerek okumaya, gerekse de mesleki yeteneğe bir alt zemin oluşturduğu gerçeğini göz ardı etmeden, olayın bu farklı boyutunun notunu da düşmek istedim.

Yazarlık atölyeleri, şiir atölyesi ve/veya başka adlar altında da isimlendirilen, daha çok okuma ve yazmayı bünyesine alan çalışmalar, faaliyetler uzunca bir zamandır toplumumuz içerisinde hayatiyetini sürdürüyor. Bu alanların, okumayı daha çok sistematiğe sokabilmenin ve yazma noktasında ufak tefek ipuçları verebilmenin gayretleri olarak gözüküyor. Okuma ve yazma, iştiyakı, sistematiği, sabrı, gece sabahlamayı, kıyıyı köşeyi, kütüphanelerde gezmeyi, az konuşmayı çok düşünmeyi önceleyen bir yaşam bütünü. Çok kitap okuma, yazma ateşini harlar. Her okuyan yazmayabilir ama her yazan genellikle okuyanlar arasından çıkar. Nasıl ki zamanı iyi kullanmak medeniyetin şartlarından biriyse, bilgiye ulaşmanın, bilgiyi kullanabilmenin baş araçsalı kitapları da hayatın geneline yayma, medeniyetin olmazsa olmazlarındandır.

Okumanın insan gelişiminde ki karşılığını en güzel Üstad Necip Fazıl Kısakürek özetlemiş. ‘Yeni bir görüş ve duyuş mimarisinin toprak üstünde sarayını kuracak tek vasıta kitaptır’ diyerek. Nasıl ki açılmamış kuşun kanadının genişliği bilinemiyorsa, kitapla buluşmamış insanın da yetenekleri, becerileri tam olarak gün yüzüne çıkmıyor. Sonuçta kitaplar bilgiyi, kültürü, tarihi, yaşanmışlığı, hayali, umutları sayfalarında barındırıyor.

Özellikle son yıllarda kitaba, okumaya yönelik olarak küçük şehirlerde, bazı ilçelerde dâhil kitap fuarlarının düzenlenmesi, modern kütüphanelerin çağın gereklerine, sosyalliğe uyarlanarak faaliyete girmesi gibi birçok olumlu gelişme kitaba, okumaya, yazmaya yönelişi pekâlâ artırmaktadır. Kitap basımı ve okumada ki istatistikî verilerin yanında nicelik ve sayısal çokluğun yanında, nitelik ve kalitenin de masaya yatırıldığı evreleri de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Nicelik boyutundan nitelik boyutuna geçiş, işin estetik boyutuna ve daha iyisine ulaşma gayretlerini körükleyecektir.

Özellikle sunulan imkânların azlığının nice çoklukla boy ölçüşebilir olabilirliğini de tasavvur etmek gerekiyor. Sulak bir ovada kolaylıkla büyüyen bir ağaçla, yamaçlarda, kıraçta büyümeye çalışan bir bodur ağacın kıyaslamasında ki artıları ve eksileri bereketle, dayanıklılıkla ve hatta yerli ve yerlilikle içselleştirmek gerekiyor. Konuyu dağıtmadan bir örnek verecek olursam. Bire otuz veren ithal bir hibrit tohumun yanında bire sekiz on veren yerli bir tohumun kıyaslamasını yaparken sadece orana bakılmaması gerektiği sorusunu kendimize sormamız elzem olacaktır. Kanaatin ve bereketin azda olduğunu da görmek gerekiyor.

Gündelik hayatımızda kitapla alakalı aradığımız istekler değişkenlik gösterebilir. Kitabın pahalı olması, rafta kitabın düzenli durabilmesi, kitabın standart bir kitap cesametinde olması, cepte dahi kitabın taşınabilir olması gibi örnekleri sıralayabiliriz. Kitabı okumaktan ve içeriğinden ziyade gösterişe malzeme yapılması yanlışını maalesef ki görebilmekteyiz. Gerektiği noktası dışında kitabı kuşe kâğıdı gibi üst kalite de basarak israfa yönelme yanlışını maalesef ki görmekteyiz. Ağacın özü kâğıdın ve mürekkebin hakkını da düşünmemiz gerekiyor. Özellikle okumayla, yazmayla, şık kütüphanelerle, kitap fuarlarıyla gelişen güzelliklerin, kâğıt üretim sanayimizin hayata geçmesine vesile olacağı kanaatindeyim.

Bir okur için okurken ki teslimiyeti ve bir yazarın yazılarında ki derinliği aynı çerçevede örtüştürüp kıvama getirmek ve dünya ile yakın ünsiyet kurup, dünya ile yarışır konuma gelmemizin zeminini hazırlayıp, şartları iyileştirmek gerekiyor.