Mürebbiye kelimesi, eğitmen anlamına gelir ki, köken itibariyle terbiye eden kadın demektir. Aynı anlama gelen ve erkek için kullanılan kelime ise, ‘mürebbi’dir. Mürebbiyeler çocukların eğitiminde önemli yer tutar. Bizde özellikle 19. Yüzyılın ortalarında mürebbiyeler görülmeye başlar.
“Türk sosyal hayatında mürebbiyeliğin ortaya çıkışı, Tanzimat’tan sonra olmuştur. Tanzimat döneminde, tahsil için yeni ve yabancı okullara ilgi giderek artar. Ancak, bunların yanı başında özel eğitim ve özel ders de giderek yaygınlık kazanmaya başlar. Zengin hatta orta halli aileler, çocuklarının tahsil ve terbiyesine konak dahilinde önem verirler. Ev içinde verilen eğitim ve öğretim, aile reisi tarafından yapılabildiği gibi, tutulan özel hocalar ile de gerçekleştirilir. Konakta kalan ve ailenin bir mensubu haline gelen özel hocalar, çoğunlukla Fransız olan mürebbiyelerdir. Yabancı dili gereği gibi ve yeteri kadar öğrenebilmek, karşımıza çıkan Batı medeniyeti dairesine kolayca adapte olabilmek gayesiyle mürebbiyelere sıkça başvurulur.” (Ceran-Mürebbiyelik ve Türk Romanında Bazı Mürebbiye Tipleri)
Zweig’in Mürebbiye kitabı dört uzun hikâyeden oluşuyor: “Mürebbiye”, “Yaz Novellası”, “Geç Ödenen Borç”, “Kadın ve Yeryüzü.”Mürebbiye öyküsünde, çocukların eğitiminden sorumlu olan Fraulein’in bu unvanı hak etmediği ve ahlakıyla ilgili sorgulamalar anlatılır. Çocukların gözünden masumca değerlendirilen bu durum, bir annenin ağzından daha keskin sözcüklerle anlatılır.
Yaz Novellası, tam bir Zweig anlatısı. Bir genç kıza aşk mektupları yazarak onunla alay eden yaşlıca bir beyefendinin itirafı anlatılır. Mektup gönderdiği kızın, bu mektupların sahibini ararkenki çaresizliği, çırpınışı bir nevi üstünlük hissi yaratır “beyefendide”. Tabi bunları anlatırken “bir genç kızın bakışlarına o ilk kıvılcımı atmanın” düşkünlük olduğunu da söylemeden geçemez. Zira insanın görüp de kendisinin görülmemesi, ona gördükleri karşısında tarifsiz bir gurur vermiyor mu?
Geç Ödenen Borç, genç kızken tutkuyla bağlı olduğu bir tiyatro oyuncusunu yıllar sonra düşmüş bir halde, insanlar arasındaki çaresizce gören kadının arkadaşına yazdığı mektuptan oluşuyor. Yazar, bu öyküde gerçek sanatın değer görmediğine de göndermede bulunuyor. Ayrıca tiyatro, ahlakı yüceltmeliydi. Schiller’i kendisine tanık göstermeden edemez: “Tiyatroyu bir ahlak kurumu olarak nitelemişti.” Zweig’i az çok okuyan herkes onun Freud’un verilerini kurguya döktüğünü bilir. Bu öyküsünde Zweig, “şu Viyanalı profesörün tanımıyla -bastırmış- olduğum bir şeyin beni sıkıştırdığını…” diyerek bu ezber bozan Viyanalıya selam da gönderiyor.
Kadın ve Yeryüzü öyküsünde hiç beklemediğim bir biçimde hikayeyi, tasvirlere boğuyor yazar. Daha önceki her öyküsünde karakterlerin ruhlarında, bilincinde gezinen Zweig, bu öyküsünde kuru, sıcak ve yorucu bir doğayla genç bir kızı anlatıyor. “Gökyüzü ile yeryüzü kadar birbirine uzak” iki öykü karakterinin birbirine yakınlaşması ve ortaya çıkan gerçeğin tasvirlerle yüklü anlatımı.Kısacık bir kitaba zengin bir ruh dünyasını dökmeyi başarabilmiş yine. Öyle ki onu okumak konuşma dilinin rahatlığını tattırabiliyor. Çünkü Zweig, her öyküsünde “insanı” anlatıyor…
Stefan Zweig
Mürebbiye
Türkiye İş Bankasi Kültür Yayınları
83 Sayfa
YORUMLAYAN Mehmet KEKLİKÇİ
Yorum Gönder